Koyu Mavi, Alice…
Tayfun Polat
Pearl Jam Barış’a…
Layne öldüğünden beri Alice in Chains’le ilgilenmedim hiç. Zaten grubun diğer elemanları da 3 yıl kadar kalakaldılar. 2005’deki yeniden birleşme olayına da prim vermedim. Layne yoktu sonuçta. Lakin müzikal biraderlerim Bahadır ve Utkan birkaç kez üst üste “Çok iyi albüm,” diye grubun Eylül sonunda çıkan albümü Black Gives Way To Blue’yu önüme doğru dürtünce zorla da olsa dinledim. Mecmuanın bu sayısına alalım diye karar verilince de “Ben yazarım,” dedim.
Şimdi, öncelikle Layne Staley’den arkadaşım Layne’miş gibi söz etmemin bir sebebi var. Öncelikle onu bi diyeyim. Ben Kurt’e de Kurt derim. Kardeşlerimmiş gibi. X kuşağının sözcüleriydi onlar. Tamam, Alice in Chains mevzu bahis olduğunda Layne söz yazmak konusunda grubu beraber kurduğu Jerry Cantrell’in gerisindeydi, çoğu şarkıyı Cantrell yazmıştı. Ama belki de önde duran adam olduğu için -hatta Cantrell vokale eşlik ediyor olsa bile- ben kardeş olarak onu belledim. Hatalıyım, esas şair Cantrell demeyeceğim. Zaten onun sesiydi dediklerine dikkat kesilmemi sağlayan. Layne’i seçmiştim bir kere. Kurt ve Layne için milleti uyuşturucuya özendiriyorlar diyerek iki saat kafamın etini yedikten sonra “Sen ne dinliyorsun peki?” diye sorduğumda “The Doors,” diyen birine kafa göz girmişliğim de vardır geçmişte. Yazıyı daha fazla kişiselleştirmeyeyim ve Layne’i çok sevdiğimi anlayın siz de işte.
Grunge memlekette zahir olduktan ve bizler Seattle civarından ne çıkarsa dinlemeye başladıktan, yani ilk dalga geçtikten sonra anlaşıldı ki, Pearl Jam ve Soundgarden’in olayları farklıydı. Çok daha akil duruyorlardı. Nirvana ve Alice in Chains’in ise kafası karışıktı. Aynı bizim gibi. Alice in Chains’in en tesirli albümü Dirt’teki “Down in a Hole”, “Would” ve “Rooster” gibi şarkılara kulak verince sizde takdir edersiniz ki, ait oldukları kuşak kadar acı çekiyorlardı ve aşikâr bir biçimde bu durumdan nasıl çıkacaklarını bilmiyorlardı. Haliyle diğerlerinden ayrı bir yere koyduk biz de onları. Sonra… önce Kurt gitti, Layne’in ağır uyuşturucularla mesaisi sonunu belli etmişti zaten, ardından da o. Bize de ikisi aklımıza düştükçe içimizi dolduran bu bakır tadı kaldı. Evet, rock’n roll böyle olmak zorunda değil. Ama kimse Frank Zappa olmak zorunda da değil. Alice in Chains bilmeyenlere başta Dirt ve Jar of Flies albümleri olmak üzere zaten 2 EP ve 3 albümden oluşan külliyatlarını, Layne’i merak edenlere de bir grunge süperbandosu olan (vokalde Layne, gitarda Pearl Jam’den Mike McCready, davulda Screaming Trees’den Barret Martin ve basta The Walkabouts’dan John Baker Saunders) Mad Season’ın Above albümünü şiddetle tavsiye edelim. Ve 4. Alice in Chains stüdyo albümü Black Gives Way To Blue’ya geçelim.
Albümde gerçekten siyah maviyi kabulleniyor. Çünkü Layne’in kara gözlükleri yok. Belki onun yokluğunun efkârı var sadece. Albüme sondan başladık işte. Layne’e adanan ve albüme adını veren şarkıdan (Piyanoda da Elton John!). Yeni vokalist William DuVall çok iyi bir seçim. Jerry Cantrell ile birlikte üstlendikleri vokallerle sound’un aynı Alice in Chains sound’u olduğu ilk şarkıdan belli oluyor. DuVall’ın vokali ancak bu kadar benzer olabilirdi Layne’e. Dolayısıyla daha ilk başta tanıdık sularda olduğunuzu farkediyorsunuz. Ama ben birden suya girmek isterim. Öyle adım adım olmaz. Elli kere aynı yerden denize de girsem, adım adım, dalga boyu bir üst seviyeye vurdukça için üşüyerek denize girmeyi sevmem. İşte aynı istemezlikle albümü dinlemeye başladıktan sonra ikinci şarkı “Check My Brain” ardından “Last of My Kind”ın ilk riff’i geliyor. Ve işte suyun içindesin artık. Dördüncü şarkı “Your Decision” sanki şimdiye kadar farketmediğin bir hidden track Jar of Flies albümünden. “When The Sun Rose Again” de sanki efsane MTV Unplugged albümünden kalmış. Davulcu Sean Kinney kendileri gibi tınlamaktan mutlu olduğunu belirtimiş. Şarkılar geçiyor ve eski bir dosta kavuşmuşsun hissi gittikçe daha ağır basıyor. Layne’siz nasıl olur diye sorgulamayı bırakıyorsun. Olmuş işte.
Albümün tamamının Layne sonrası (buna 1995 sonrası demek gerek, Layne’in kendini izole etmesi o tarihe dayanıyor çünkü) ruh haliyle yazıldığı ortada. Kinney onu düşünmeden tek bir gün geçirmediğini söylüyor. “Zaten karı kızdan, arabalardan bahsedecek adamlar değiliz. Yıllardır da kamu önünde çıkıp yaşadıklarımızı anlatmadık. Bu albüm buna vesile oldu,” demiş. Bir anlamda Layne de aralarında, hissediliyor. Siyah maviye dönmüş. Daha doğrusu koyu mavi.
Uzun lafın kısası, benim gibi Layne hassasiyetiniz olmasa da, Soundgarden’ın esamisi okunmaz ve Chris Cornell’ın hali ortadayken, Pearl Jam kendini tekrarlamakta ısrar ederken, diğerleri ortalıklarda yokken, Alice in Chains’in böyle bir albümle ortaya çıkması önemli bir olay. Grunge mı kaldı demeyin. 2000’lerde eleğin üstünde kalan bu kadar az müzik varken, eski bir dostun sesini duymak, aradan yıllar geçmemiş gibi geçmişi hissetmek harika bir duygu. Nostalji değil bu, hâlâ yaşıyor.
tayfunpolat@hotmail.com