İlk O Başlattı!
Kerem Erol
Gece üç, mutfaktayım. Elimde nutella kavanozu, ağzımda tatlı kaşığı, buzdolabının zayıf ışığında diğer şekerli alternatifleri arıyorum. Daha ilkokuldayken harçlıklarımı turşu suyuna, midye dolmaya, kokoreçe yatırırdım. Eve kaç kere götümü tuta tuta döndüğümü hatırlamıyorum, sarılık geçirmişliğim de var. Hatırlayanınız çıkar belki, çiğnediğim sakız bile sulugöz adında bir meretti, böyle yüzümü ekşiterek ama büyük keyifle. Şimdi ise yeni terk edilmiş genç kızlar gibi tatlı krizine giriyorum. Hangisi daha komik acaba, portakal reçeli ile çikolata yemem mi, yoksa bunun birkaç saat öncesinde bir hastane kapısından şeker hastası teşhisiyle çıkmış olmam mı?
Doktor insüline hemen başlattı. Düzgün vurduktan sonra iğnelerimi perhiz çok önemli değilmiş. Sadece şu anda değerlerim çok yüksek olduğu için birkaç gün dikkat ediverecekmişim. Ne zaman yükseldi bu değerler yahu, turşu diyorum doktor, şalgam diyorum!
Saat beş oldu, camdan dışarıyı kesiyorum. Benden başka uyanık bir Allah’ın kulu yok diye düşünürken onu görüyorum sokağın başında. 11-12 yaşlarında bir çocuk gelen, çöp kamyonları mesaiye başlamadan para edecek şeyler için çöplükleri eşeliyor. Yanında bir uyuz köpek, elinde marangozdan aşırılmış bir tahta sopa. Bahçe parmaklıklarında müzik yapıyor kendince. Bir filmde galiba, buna benzer bir hikâye dinlemiştim, hemen taklit ediyorum
“Hişt çocuk! Sana buradan her gün sopanı çitlere vura vura geçmen için günde bir lira veririm!”, “Sigtir git, .muğa koyiim!” diyerek kendime getiriyor beni çocuk. Hoş, bu bir film değil dostum demesini tercih ederdim ama neyse. Sopayla bizim apartmanın parmaklıklarına son bir vuruş yaptıktan sonra cebinden bir dal sigara çıkarıyor. Gözlerini büyüte büyüte yanaklarına doldurduğu ilk nefesi verip soruyor, “Sen ne ayaksın bu saatte?”. “Şeker hastasıymışım ben, dün öğrendim, uyku tutmadı,” diyorum, ne garip, daha eşimin haberi yok.
“Senin sigara içtiğini biliyor mu baban falan?” diyerek aramızdaki yaş farkının oluşturduğu sosyal statüye dikkatini çekmeye çalışıyorum. “Babama ne, sana ne?” diye giriyor hiç kendini savunma gereği duymadan, “Kodumun bakkalı da satmıyodu zaten, Muharrem’e paket aldırdım, üstüne yattı oronspu çocuu, size ne lan ipneler!”
Lafını sözünü hiç esirgemiyor. Ufacık çocuğun agresif tavırlarından tırsıp hafif yaranmaya çalışıyorum, “Biliyor musun, ben de kaşık kaşık tatlı yedim bu saate kadar, doktor dedi halbuki birkaç gün dikkat et diye”. “Öyle olur zaten püff” yapıyor çocuk, doğru söylüyor öyle olur zaten. “Ben neler görüyorum bir bilsen,” diye de ekleştiriyor, sabahın köründe çöpleri karıştıran bir çocuktan hayat dersleri alıyorum, neyseki şahit yok, devam edebilirim.
“Dün iki çift vardı sokakta, ben tartıya çıkmıştım, dallamalar sarılmış hatunlara, karşı karşıya geldiler, heriflerin ikisi de karşısındaki kızı kesiyodu şerefsizim, karılar da bunlara iş atıyodu.” Sinirlenmişti, “Eee, göze yasak olmaz,” dedim. Bana kızdı bu sefer yine “Nası olmaz muğa koyiim, senin karın baksa başkasına öyle, bak karıcım bak göze yasak olmaz mı diycen kunil!” Yaşadığı hayatın çetin koşulları çocuğu bu yaşta sertleştirmiş, en azından ben öyle düşünmek istiyorum, içimden onun gibi küfür etmek, sen ne diyosun lan itoğlu it, bekle orda geliyorum demek geliyor ama yapmamalıyım. Entelektüel profilim ona istediğim gibi karşılık vermemi yasaklıyor.
“Bizim Muharrem de hep evli karılara takılır,” diye devam ediyor çocuk, “Mahallede Nevzat Amca var, gözleri kör oldu, hala ispirtoya takılır, aha bak ben sigara içiyom, bizim orda cebinde çift sarımlısı olmayan bi tane adam çıkmaz, bütün veletler baliyi çekip beş dakka sonra bekçinin geleceğini bile bile parktaki mirkop dolu suya girer. Rüstem’in kahvesinde herkes katlamalı yanık oynar, bütün memleket çatır çatır yasakları çiğner, sen de şeker yiyom diye bana cikcikliyon, yorrak yi bana ne!” diye finalini yapıyor çocuk. Sigarasını da bizim bahçeye atıyor. Meydan okuyan bakışlarına bile karşılık veremiyorum, yüzümde aptalca bir tebessüm var, sessiz kaldığım her an karşısında eziliyorum. Neyse ki entelektüel silahlarımdan biri aklıma geliyor, konuşmayı psikolojik boyuta çekerek iç dünyasına saldırıyorum, “Söylediklerin doğru belki, ama bu kadar küfürlü konuşmak zorunda mısın? Ben seninle iletişim kurmaya çalışıyorum, sense hayata olan bütün kızgınlığını bana yansıtıyorsun”, evet evet, doğru yerden vuruyorum.
“Sen de amma çıtkırıldımmışsın,” diye gülüyor bu sefer, “bizim mahalleye gelsen ağlayarak kaçacan demek ki.” Alt edemiyorum bu çocuğu, aşağı inip tekme tokat dövesim var, evde ileride çocuklarının babası olacağım eşim var, çocuğun elinde sopa cebinde kim bilir ne var, var var var…
“Ben yavaştan uzuyorum, lafa tuttun beni g.t oğlanı, bozuğun var mı bari, iki dal sigara alayım şuradan, dostluğumuz pekişsin,” diye iyice testislere doluyor beni. Pijamanın cebinde bir şey yok ama mutfak masasında bozuklukları görüyorum. Bir liraya uzanıyorum hemen, bendeki hareketlenmeyi görünce cama doğru yaklaşıyor biraz daha. O anda aklıma esiveriyor, birliği olanca gücümle kafasına fırlatıyorum. O kadar şaşkın bakıyor ki kendini sakınmayı akıl edemiyor. Ve tam isabet, çocuğu kaşından vuruyorum. Bir acı narası attıktan sonra portföyündeki bütün küfürleri ardı ardına sıralıyor. O da bana bir şey fırlatacak diye kalbim güm güm atıyor ama bu sefer gülme sırası bende. Camdan hafifçe burnumu gösterip “Hak ettin ama,” diyorum, “atmayacaksın sen de bir şey di mi?”. “Yok atmıycam çık,” diyor çocuk, elinde sopa, kafasından seken bir liraya uzanıyor, “hadi bana eyvallah, sana da geçmiş olsun.”
“Alex, geh geh olum!”, uyuz köpek kuyruğunu sallayarak geliyor. Yan yana sokak boyunca yürümeye başlıyorlar. Hafiften pişman oluyorum yaptığım şeye, camdan sarkıp çocuğun arkasından bakıyorum. Pantolonunun beline bir dergi sokuşturmuş katlayıp. “Çocuk!” diye bağırıyorum, “senin adın ne?” Tekrar bana dönme gereği hissetmiyor, sadece başını omzuna kadar çevirip koca burunlu profilini göstererek “Benim adım Kerem,” diyor, “Kerem Oğuz!” Tahta sopasıyla parmaklıklarda müzik yapıyor.
keremerol@hotmail.com