Yok Ülke


Röportaj: Oya Yalçın / Giriş Yazısı: Şenol Erdoğan
Melike Kılıç, farklı formlardaki çalışmalarını organik bağlarla birbirine kenetlemeyi net bir şekilde becerebilmiş bir üretici. Zira sergisinde de göreceğiniz farklı yapılardaki işleri büyük bir konstrüksiyonun çelik kolonları, kirişleri; bağlantıları yani. Ördüğü haritaları ağaçlarından yürüyor, kılcal köklerden ülkesi boyu. Ki haritaları (da) yarattığı evrenler arasında bir gizil geçiş bağı olduğu gibi bir başka okumayla kendi başlarına birer dünya. Ormanını da [belki de çoklu sistemleri barındıran bir uzay] aynı çizginin iplikleriyle dokuyor. 
 
İnsanın düşlediği bir yapıya / evrene varması “çoklu evren” üretimiyle –çok zaman- gerçekleşir / gerçekleşebilir; üreten kişi (sanatçı) yaşadığı şehri yaşamak istediği şehir / dünya haline getirirken birden çok üslup / disiplin ile zamanın içerisinde özgürce dolaşarak bunu gerçekleştirebilir.

Varolmayan bir ülke çocukluğun masallarıyla, çocukluğuyla şekil alabilirken kişi artık masallaşan gerçeğe saçlarıyla / kökleriyle bağlıdır, masala bu köksel bağıntı sanatçının da –eserini- doğurduğu noktadır. Siz, yok bir ülkenin ağaçtan şehirlerini varederken, var bir ülkenin şehirleri yok olan / edilen ağaçların üzerine inşa edilir. İşte bu global kentsel faşizm sanatçıyı kendi adasında / odasında / içinde yepyeni bir dünya / gezegen (ve yaşam formları) kurgulamaya götürür.
 
17 Kasım Salı günü KargART’da ilk kişisel sergisi “Yok Ülke”yi açacak Melike Kılıç ile söyleştik.
Oya Yalçın: Merhaba Melike. Öncelikle biraz kendini tanıtmak ister misin?
Melike Kılıç: 1982 yılında Şebinkarahisar’da, küçük bir köyde doğdum. Beş yaşında İstanbul’a göç ettik. Bu süreç çok önemli doğadan şehre taşınma. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Mürteza Fidan Atölyesi’nden mezun oldum. Bir şekilde kendimi anlatıyorum. Bu kendim, 48 kiloluk bir hacim değil de bir evren, bir oluşum, kaos, düzen, yıkım, anarşi ve her şey bitince yeni düzen kurma hevesim… Ülkemin, evrenimin bir yasası, bir merkezi, bir oluşumu ve süreci var ve ben bunu izleyenle paylaşıyorum. Sadece bunu yapıyorum, bir ressam kaygısı değil bu ya da sanat yapıtı üretme isteği değil. Ben sadece var olanımı gösteriyorum… Görmek isteyen gözlere…
OY: İlk kişisel serginde yer alacak tüm üretimlerin ne kadar bir zamana yayılıyor? Nasıl bir ağ örerek geliştiler?
MK: Temel eserlerim iki yıllık bir sürecin ürünü ve ipucu tanımlayıcı nesnelerim ise bir önceki seneme ait harita ve ilkel çizgi. Genel olarak üretimlerim bir ol’la başlıyor tek bir çizgi ile yoğunlaşıyor öbekleşiyor her yoğunlaşan alanda bir dünya görüyorum. Bir hikâye, masallar, efsaneler büyüyor ve bu soyut, sadece benim gördüğüm şekle bürünmek, anlaşılmak istiyor. Bu istekle daha anlaşılır, daha gerçek imgeler kullanıyorum. Yazar gibi çiziyor, çizdiklerimde sözler, söz öbekleri görüyorum… Ve hepsi birbiri ile bir şekilde bağlantılı. Önce çizgi, sonra bir iç yolculuk haritası, sonra bir tanım ve daha yakından bakmak, haritada bir çizgiye binlerce metre yukardan bakmak gibi. beyazlar serim ile daha da yakınlaştırdım. Sonrasında ise içinde gezmek istedim. Üç boyutlu, hacimli, gölgesi olan işlerim çıktı... İşlerim gölgede kalan oyun alanım keyifle oynuyorum.
OY: Desenlerin, üretiminin önemli bir dayanağı / formu... Seni bu anlamda besleyen kaynaklar nelerdir?
MK: En güçlü anlatım nesnesi çizgidir. Çok daha gerçek duruyor elimde. Güçlü, hayallerimi içinde yaşadığım alanı en iyi tanımlayacak materyal. En klasik malzeme. Geçmişi binlerce yıllık ama benim için öyle değil. Klasiği alışılmadık bir şekilde en merkezde ifade aracı olarak seçtim. Atölyede bir sistem verirler, önce temeli alırsın, sonra rengi sindirirsin ve sonra bir kare içine döktürürsün pentür’ün âlâsını. Ama sanatçı disiplinler üstü olmalı, kelimeleri, videoyu, rengi çerçeveye almalı, bedenini, zekâsını, her şeyini ortaya koyabilmeli, anlatım diline yatkınsa bir ev bile inşa edebilmelidir. Ben de kendi evrenimi çizgi ile inşa ediyorum. Beslendiğim kaynaklar çok; metinler, geçmiş, çocukluğum, rüyalar, masallar, şifa, düş kurma ve buna inanma. Özellikle Japon sanatından ve daha geleneksel tekniklerden beslendiğimi söyleyebilirim. Yüksel Arslan’ın arture’leri (Fransızca sanat [art] ve yazı [ecriture] sözcüklerinden türeme) kendi çizgi-kelimelerimin türemesinde payı oluyor… Olağanüstülük duygusunu renk, leke değil de çizgi ile daha iyi anlattığıma inanıyorum; bir kelime yazar gibi noktacıklardan bir evren. Doğu sanatlarında bir sabır düsturu vardır. Bir şey anlatırken bir ritüel gerçekleştirirler, masada kalemler, fırçalar saygı ile konur ve dua eder gibi üretirler. Çizgide o sabır vardır, o dua, o iç yolculuk. Kağıt, kalem ve parmak uçlarınız kaynaşır. Çizerken amacım güzel bir resmin bitmesi değil de o süreçte yaşadıklarımla yeni deneyimler kazanmak. Her defasında benliğime dokunuyorum .
Bu arada neden çok ağaç var, ağaç fetişimi bu kız diye merak eden arkadaşlar çıkabilir. Küçük köyümde bahçeler, kilometrelerce uzanan topraklar vardı, ormanlar, dağlar, yamaçlar. Küçük gözlerimle Cézanne’ın o dağları, o tarlaları gibi görürdüm her yeri. Mezarlıktaki çiçek tarlaları, arasında kaybolduğum otlar, selvi, kavaklarım, üstüne çıkıp yemişlerini yediğim meyve ağaçlarım… Geldim betona, hepsi gitti, her yer beton. Kırlar yok, gelincik tarlalarım yok ve sanırım bu özlem itici gücüm… Balkonumuzda taşlar vardı. Her gün balkonda ip atlarken, birden o taşlar havalanır yeri toprak kaplar ve otlar ağaçlar filiz verirdi …
OY: Senin için sanatçı / üreticinin koordinatları nedir? Durduğu yer neresidir?
MK: Kendini bildiği yerdir …
KargART Sergi //
Yok Ülke” // Melike Kılıç
17 Kasım – 30 Kasım 2009
Sergi Açılış: 17 Kasım Salı, Saat: 20:30
 
info@kargamecmua.org