ÇÜNKÜ İNSAN BİT DEĞİLDİR


Güney Öztürk
Bütün o yollardan tekrar geçecek olsam, sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım. O sıralar öğrenmek istediğim şey bambaşkaydı, bambaşka bir şey yön verdi ellerime; bir an önce öğrenmek istediğim bir şey vardı: Ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı? Önüme çıkan engeli aşabilir miydim aşamaz mıydım? Eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilecek miydim, edemeyecek miydim? Titreyen bir yaratık mıydım, yoksa hakları olan biri mi?” - (Suç ve Ceza, Dostoyevski)
 
Raskolnikov karakola teslim olmasa bile, her gün hakim önüne zaten çıkmaktadır. Cinayeti işlemeden önce başlar bu duruşmalar. Her gün kendi beyninin içinde, hakim, yargıç ve sanık olur. Karanlık, havasız, basık odasında, kimseyi görmeden ya da sokaklarda, bir durup bir yürüyerek, kimi zaman yüksek sesle kendi kendine konuşarak bir hükme varmaya çalışır.
 
Toplumumuzda dışsallaştığı kadar beceriksizleşen “adaletin yerini bulma süreci”, zamanaşımı, tahrik indirimi ve suçu anlamsızlaştıran çeşitli ayrımcılıklarıyla; öldürme suçunun, yani can alma eyleminin fail tarafından tam olarak kavranmasının, farkına varılmasının önüne geçiliyor. Suç ve Ceza’daki sistem ne kadar işliyor diye sorabiliriz. Yanlış adamın suçlu diye gözaltına alınması, sonra başka bir “suçsuz” adamın “her şeyi itiraf ederek” cinayeti üstlenmesinden sonra Raskolnikov’un olayın gerçekliğini açıklamasına “teknik olarak” kimsenin ihtiyacı kalmamıştır. Dava görülmüştür, olay bitmiştir. Fakat tam bu sırada, artık dayanamayan Raskolnikov çıkar ve suçunu itiraf eder.
 
Gazetelere, ekranlara, sokaklara yansıyan gündelik şiddetin nefes almayı güçleştirdiği, giderek kurumsal şiddetin her yerde kendini gösterdiği, “can almanın” bu kadar kolay olduğu bir memlekette, Raskolnikov’un işlediği cinayeti düşünmeye çalışıyorum. Gözümün önünden bildiğim, duyduğum, travmatik etkilerini kendi üstümde de hissettiğim cinayetler geçiyor.
 
Bakışından rahatsız oldum”, “anama küfretti”, “cinsel ilişkiye girmek istedim, reddetti” gibi nedenlerle yoldan geçeni, mahalleden birini, akrabasını, eşini, şöförü, yolcuyu öldürenlerin, can alanların gözünde “can” yoktur. Hem de “kuş kadar” bile “can” yoktur ortada. Sadece bit vardır. Bit, kolayca ezilebilir.
 
Cem Garipoğlu, 2000'lerin narsist kuşağının üyesi, testereyle kafa kesip gitar kutusuna özenle yerleştirmeye cesareti olan, ama suç’un / can almanın anlamını kavrayıp gerçek ağırlığını taşımaya cesareti olmayan, eyleminin öznesi olarak var olmaktan aylarca kaçan / kaçırılan, adalet sistemimizin indirim kampanyalarından faydalanma heveslisi bir garipoğlu. Canını almayı kendine hak gördüğü kızarkadaşından, internetteki yazışmalarında “kenar mahalle sürtüğü” olarak söz ettiğini öğreniyoruz. Yani Münevver, onun için bir bittir, fazlası değil.
 
Çağdaş Gemik, Baran Tursun, Murat Kasap, Aziz Yargı, Fevzi Abik, Halil Bulut, Aytekin Arnavutoğlu, Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'ndaki değişiklikle 2006’dan beri "Dur!" ihtarına uymadığı gerekçesiyle canları alınan onlarca kişi, bu kanunlar ve uygulayıcıları önünde birer bittir, fazlası değil.
 
Töre cinayetlerine halen kurban gitmeye devam eden, aile meclisinin aldığı kararlarla aile üyesi bir erkeğin eliyle, abisi, babası, dayısı, amcası tarafından canları alınan kadınlar da, töreler ve bu törelerin, bu töreleri uygulayanların hükmünün son bulması için kılını kıpırdatmayan “devlet büyükleri”nin gözünde birer bittir, fazlası değil.
 
Aynı devlet ve ülke büyüklerinin, aynı adaletten sorumlu kurumların gözünde, “neden olduğu bilinmeyen bir patlama”dan başka bir açıklama getirmedikleri, getirmeye cesaret edemedikleri Ceylan Önkol'un 12 yaşında alınan canı, bu mevkilerde oturanlar için bir bittir, daha fazlası değil.
 
Can almanın sorumluluğu” diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Herhangi bir eylemin “vicdani” yükü gibi, “can almak” eyleminde bulunmuş birinin düşünmesi, ölçmesi, tartması, hissetmesi ve yüzleşmesi gerekenlerden söz ediyorum. Yani bulunduğun eylemin öznesi olabilmek, öznesi olarak kalabilmekten.
 
Herkesin bir bit gibi ezildiği, her türlü söz söyleme, eylemde bulunma hakkının kısıtlandığı, öznenin toplumsal yaşamda en ufak bir iktidar girişimine tahammülsüzlüğün bu derece tırmandığı, en fazla kendi biricik ve sefil yaşamına etki edebileceğin sınırlar içerisinde, her gün her saniye “hiçbir şeyi değiştirmeye gücün yok”, “kabullen ve işine bak” iletilerinin pompalandığı bir ortamda insan zaten bu sınırlar dışında bir şey talep etmeyi de unutuyor. Ama hatırlayanlar oluyor, Raskolnikov gibi. Dicle Koğacıoğlu gibi.
Dicle de kimbilir ne zaman hatırladı, başka soruların sorulması, başka şeylerin talep edilmesi gerektiğini. Yıllardır emek verdiği sosyoloji alanında, toplumdaki şiddeti çalışma konusu seçen bu kadın, doğrudan kendisinin nesnesi olmadığı durumlarda da şiddet ve travmayı kendi bedeninde hissedebilen bu yürek, atmaya ve duymaya başladıktan 36 yıl sonra, taşıdığı bedeni, zonklayan beyniyle beraber köprüden aşağı bırakır. Dicle, Raskolnikov gibi “dışımızdan biri” olur, çünkü en büyük yasağı deler, kendi canını alır. İntihar bireyseldir, kişinin kendisine yönelik bir eylemdir. Fakat bundan ibaret midir? Dicle’nin kendine karşı bu yıkıcı eylemi sadece kendisiyle ilgili değil, üstünde varolmaya çabaladığımız, içinde nefes almak için çırpındığımız bu dünyaya edilmiş son bir cümledir. Bir sözcüktür, bir mektuptur. “Çok fazla acı var, dayanamıyorum”: beraber yaşayarak toplumu var ettiği, dünyayı paylaştığı bu kadar insan acı çekerken, Dicle’nin elinden gelenin hiçbir şey olmasa da, ülkemizin, coğrafyamızın koşulları nedeniyle çok kısıtlı olmasıdır. Dicle, öznesizleştirilmeye çalışılmaktan, kendini “var” hissedeceği ölçüde etki edememekten acı duyar. Benim bu gidişte duyduğum pes eden sessiz bir soluk değil, öfkeli bir çığlıktır. Raskolnikov da kendini öldürmeyi roman boyunca pek çok kez aklından geçirir; maruz bırakıldığı, tanık olduğu acıya artık dayanamayan, radikal bir harekette bulunmaktan başka bir “kırılma / silkinme” seçeneği düşünemediği bir noktadadır. Raskolnikov’un işlediği cinayet de tamamıyla bireysel değildir, kadının evini “beceriklice” soyamamıştır bile, aldıklarını götürüp bir taşın altına saklamış, bir daha da aklına getirmemiştir dönüp almayı. Suç ve Ceza önemli ölçüde kadın sorununa değinen bir roman, Raskolnikov kadının toplumsal konumunu dert edinen, sorgulayan bir karakterdir. Yolda rastladığı 15 yaşındaki sarhoş genç kıza duyduğu şefkat ve onu peşine takılan adamdan korumaya çalışması, kızkardeşinin “kadınlardaki kendini feda etme alışkanlığı”yla yapmayı düşündüğü mantık evliliğine karşı olması, kızkardeşininki gibi nedenlerle yapılan mantık evliliklerinin fahişelikten daha ahlaklı bir seçim olmadığını savunması... Çevresinde kendisine en yakın hissettiği, kaderlerinin ortak olduğunu düşündüğü, sırrını açtığı kişi de Sonya adındaki bir fahişedir.
Gözümün önünden cinayetler geçidi bitmemecesine geçiyor. Bir bakıyorum, yanımda Raskolnikov. Bir katil. Nedense, korkmuyorum. Suç ve Ceza’yı okuyan herkes bilir, Raskolnikov korkulası bir katil değildir. Hatta ondan vefasız da olsa iyi bir dost olabilir. Raskolnikov nasıl bir katildir? Hatta sırf cinayet işlediği için ona kolayca katil denebilir ama, ona aynı rahatlıkla “katil ruhlu” diyebilir miyiz? Peki hiç kimseyi öldürmediği halde katil ruhlu birinden söz edebilir miyiz? Ece Temelkuran bir yazısında “Suç nerede başlar? Kalpte mi yoksa tetikte mi?” diye sorar. Suç’u, suçluyu daha derinlikli anlamak için sorulması gereken sorulardan biridir bu. Raskolnikov, yıkımını fantezilediği ötekiyle ilişki kurar, onu değerlendirir, rehinci kadının dünyaya yararını, zararını ölçer, tartar. Sonunda bir karar verir ve çevresine mutsuzluk, sıkıntı vermekten başka bir “işlev”i olmayan Alyona İvanovna’yı öldürür. Raskolnikov’da bir adalet anlayışı vardır. Raskolnikov, hiç tanımadığımız, gerçekte yaşadığını sanmadığımız bu adam, bu soluk yüzlü hastalıklı genç hukuk öğrencisi, “dışımızdan biri” olmayı göze alarak “kendi vicdanına göre doğru bulduğu” bir iş yapar, “öldürür”. Oysa Raskolnikov önceleri toplumun içindedir, bir üniversite öğrencisidir. Kendisine tapan bir annesi ve kızkardeşi olan, okulda ilgi çeken, hatta belli bir hayranlık uyandıran, dergilere yazı yazan bir gençten söz ediyoruz. Fakat “öldürme” düşüncesi kafasında belirmeye başladıktan sonra, henüz işlemediği cinayetin sorumluluğunu taşımaya aylar önce başlar ve “içimizden biri” olmaktan çıkar, “dışımızdan biri” olur. Odasına kapanır, dünyadan kendini soyutlar, düşünceleriyle kendine eziyet eder, psikolojik durumu gitgide fenalaşır, bir süre sonra da yemez içmez olur. Raskolnikov kendini bildiğimiz anlamda “suçlu” olarak görmez. Fakat bu ölesiye acı çekmesini engellemez. Napolyon ve diğerleri, kitleleri göz kırpmadan yok edenlerin yanında kendi defalarca ölçüp tartılmış, hatta kimi yönlerden dünyaya yapılmış bir iyilik olarak bile görülebilecek eyleminin neden ille de bir “suç olması gerektiğini” anlamaz.
 
Raskolnikov'un tamamen kendi düşünsel süreci sonunda vardığı kararın tersine, aile meclisinden genç bir kız için çıkan infaz kararını uygulayan kızın abisi “içimizden biri” olarak kalmak için yapar bunu. Çünkü zaten içinde bulunduğu toplulukta kabul edilen ve yapılması gereken budur. Düşünmeye, taşınmaya, vicdani hesaplar yapmaya gerek yoktur. Eylemin fiili boyutu kendine ait bile olsa, karar alma sürecinde yalnız olmadığı için “can alma”nın sorumluluğunu da tam olarak üstlen(e)mez. Ortada kalır çıkmış can, sönmüş nefes. Faili belli ama sahibi meçhul bir infaz. Öznesini arayan bir vicdan gezinir ortalarda.
 
Raskolnikov, kocakarıyı öldürdüğünü öğrenince “Dinsiz!” diyerek üstüne gelen Sonya'ya:
Odamda, karanlıkta yatıp dururken bütün bunları kaç kez düşündüm, kaç kez kendi kendime mırıldandım! En küçük ayrıntılarına varana dek, her şeyi kendi kendimle tartıştım! Her şeyi, her şeyi biliyorum! Ve bütün bu gevezeliklerden o zaman öylesine bıkıp usanmıştım ki! Her şeyi unutmak, bütün bu gevezeliklere bir son vermek ve yeni bir hayata başlamak istiyordum, Sonya. Benim oraya hiçbir şey düşünmeden, bir aptal gibi gittiğimi mi sanıyorsun yoksa? Aklı başında bir insan olarak gittim ben oraya, Sonya. Beni mahveden de bu oldu zaten! Sanıyor musun ki, eğer iktidara sahip olmaya hakkım olup olmadığını kendime sormaya başlamışsam, buna hakkım olmadığını bilmiyordum! Ya da eğer insanın bir bit olup olmadığını kendime sormaya başlamışsam, demek ki, insan benim için bir bit değildir... Kimin ki aklına böyle bir soru hiç gelmez ve doğruca hedefin üzerine yürür gider, insan, onun için bir bittir. Eğer ben, Napolyon olsa gider miydi, gitmez miydi, diye kendi kendimi yiyip bitirmişsem, bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş olmalıyım.”
 
Varlıklı ailesi tarafından “proje çocuk” olarak yetiştirilen onlarca çocuktan biri Garipoğlu, 5 dil biliyor, halini bilmiyor. Aile meclisi kararını uygulayan bir amca, bir baba, bir abi... içimizden birileri. Kıyım, içimizden birileri tarafından gerçekleştiriliyor. Birbirimize kıyarken, kıyımları hastalıklı bir ilgiyle ya da arkamıza yaslanmış izlerken, hepimiz “bit”leşiyoruz. Son yıllarda çocukların elinde en çok rastladığım “oyuncak” (!) tabancalar. Eskiden plastik kılıçlar da olurdu, şimdi kılıç gibi tedavülden kalkmış savaş aletleri cazip değil sanırım, işin fantezisi, oyunun masalsı boyutu kalkmış yani, taramalılar, gıcır gıcır çeşit çeşir tabancalar oyuncakçı raflarında, kapışılıyor. Oyuncak tabanca bir doğumgünü armağanı olabiliyor, çocuk buna sevinebiliyor. Evet plastikten yapılmış, mermisi de yok. Ama bir çocuğun elinde, hele de bir arkadaşına, bir hayvana, bir canlıya doğrultulmuşsa, gerçeğinden daha az ürkünç değil. Polisçilik ve askercilik gibi öldürme, diğerine hükmetme duygusunu ve buna bulunduğu konumdan dolayı hakkı olduğu düşüncesini çocuk zihninde pekiştiren oyunlar, şu eski evcilik ve doktorculuk oyunlarından daha çok oynanmaya başladıysa, sormak gerekiyor: Çocukluğu da mı bitleştiriyoruz?
 
Cinayetin, can almanın, kıyımın soylusu soysuzu olmaz. İyisi kötüsü, haklısı haksızı olmaz. En nihayetinde, öteki ortadan kaldırılır; bu ne koşulda olursa olsun geri dönülmez, telafisi mümkün olmayan bir eylemdir. Bu yazı suçu romantize etmek ya da suça teşvik etmek için yazılmadı. Ama suç, yasalarla belirlendiği sınırların ötesinde, benim için hâlâ belirsizliğini koruyan bir olgu. Her “can alma” bir kıyımdır, bir yıkımdır; ama her vaka aynı değildir. Her cinayet, tıpkı her doğum gibi, birbirinin aynısı değildir. Kimi cinayetlerin öznesi enkazın başından ayrılamaz, enkazı içinde taşır, kendisi bir enkaz haline gelir: “Ben o gün, kocakarıyı değil, kendimi öldürdüm! Kendimi sonsuzcasına mahvettim!”
 
Raskolnikov’u ve Dicle’yi düşünmeye çalışıyorum, ikisinin haykırışları sonsuzca dönüyor, birbirine karışıyor zihnimde: Ben bir bit değilim! Bir bit olarak yaşamak istemiyorum! Bir bit değilim! Bir bit olarak yaşayamam! Ben bit değilim! Ben bir bit değilim! Bit olarak yaşamak istemiyorum! Çünkü insan bit değildir!
 

 

guneyozturk@gmail.com