Kılavuzu Karga Olanın
MERCEK
MUASIR – TAMURA KAFKA – M4NM
Geçen yılın en büyük sürpriziydi Muasır. Pal Sokağı Çocukları bizde pek bulunmayan yoğun groove’lu r&b altyapılar üzerine Çağdaş Şişman’ın başının altından çıkan derin anlamlı sözlerleriyle fark yaratan bir hip hop’tu. Muasır, arayı çok açmadan ikinci albümüyle (EP’siyle) geldi. 6 şarkıda formül aynı, doğrudan dahil olunan groove ve r&b. Lakin bu sefer sözler çok daha muhalif. Slogan atmadan kafa açıyor.
Haruki Murakami’nin Sahilde Kafka romanından adını alan albüm “Tamura Kafka” ile açılıyor. Sorunlardan kaçan bireyin hayalleri ile gerçekliğin tezadı. “Verne Sınırı ve Aylan”, “Aptallığın tanımıyız / Chaplin’in konuğuyuz / İçimizde sakladığımız diktatörün oyunuyuz...” sözleriyle sınırlarda beslenen umudun özeleştirisi. “Barış Sarsın Her Yeri”, albümün zirvelerinden. “Kim kalmış derler son sayfada / Kalem kirli / Ki bulanlara sor / Kim ölmüş derler meydanda / Algı kirli / Ki susanlara sor...” sözlerine ihtiyacımız var. “Gökyüzü Tahmin”, tam şu sıralarda dinlemeniz gereken bir şarkı. “Seçimden kalırsa yüzdelik karnesi / Ölümden uzaktır ülkenin kahvesi...” Sonlarda caza dönmesiyle ‘90’ların abstract hip hop’larına göz kırpması da cabası. “Atlas Sırtında Yaşam”, “Zihnimdeki bilinmeyen adil olup susamaz...” derken albümün haletiruhiyesini sürdürüyor; olan biteni gözlemlerken düşünde olmak istediği ile yaşadığı arasındaki paradoksa söyleyecek sözü bol bir birey var karşımızda. Kapanıştaki “Funk You” hareketlenerek bitiriyor albümü; “Anlamadan dinlemeyi hadi kes lan / Ve yaşamında izleri taşımadan yazmak / Hasta olan ruhuna durmadan risk al.” Muasır’ın yakaladığı formülün yanına yaklaşan yok henüz. Bu kadar kolay dinlenip, doğrudan müziğin içine alıp, dile pelesenk olacak siyasetine maruz kalın.
YAYIN
Zafer Aracagök’ün yeni kitabı Atopolojik Sapmalar: Deleuze ve Guattari, Kült Neşriyat’tan yayınlandı, “Cinsel-Oluş”, “Deleuze: Ses, Müzik ve Şizo-Ensest Üzerine” ve “Klinik ve Kritik Sapkınlık” isimli üç ayrı bölümden oluşan kitabın önsözünü ise Manola Antonioli yazmış. Bakalım ne diyor önsöz: “Deleuze’ü felsefi ritimlerle ilgilenen bir müzisyen gibi okuyan Zafer Aracagök, dikkatimizi Deleuze düşüncesindeki ‘indécidable’ meselesine çekiyor. Deleuze ve Guattari ile olan karşılaşmasının ‘iş ilişkisi’ olmadığı gibi, uğraşının da derslerini hazırlayıp bilgisinden kâr eden profesyonel bir profesör uğraşı değil, ‘aşk meselesi’ olduğu açıkça görülüyor…” Merakınızı uyandırdıysa, görevini yapmış demektir.
FİLM
Paolo Sorrentino son yıllarda ilgiyle takip ettiğimiz yönetmenlerden bir tanesi. Hatta İtalyan sinemasının yıldızı olduğunu söylesek de yanlış olmaz. 2011’de Sean Penn ile kotardığı This Must Be The Place ile kendine dünya çapında da bir şöhret edinen yönetmen, 2013’te tekrar İtalya’ya dönüp Oscar’da da En İyi Yabancı Film Ödülü’nü kazanan La Grande Bellezza’yı çekmişti. Yeni filmi Youth’da ise gene şansını Amerika’da deniyor. Bolca usta Amerikalı aktörle çalışmış. Harvey Keitel ile Michael Caine’in hayatlarının sonbaharında İsviçre Alpleri’nde tatil yaparken kendileriyle hesaplaşmalarını konu alan yapımda pek sevdiğimiz Paul Dano ve ayrıca Rachel Weisz, Jane Fonda gibi isimler de var. Sorrentino, Amerika’ya uğradığında yolunu şaşırmayan bir isim.
DİZİ
2006 yayınlandığında İngiltere’yi anlatan en iyi işlerden bir olarak haklı tezahürat alan Shane Meadows’un This is England’ı orada kalmadı ve gene Meadows’un öncülüğünde aynı karakterlerle dizi versiyonuna dönüştü. 1983 yılında geçen filmin ardından 2010’da This Is England ’86 ve 2011’de de ’88 versiyonları dizi olarak yayınlandı. Meadows’un The Stone Roses belgeseli çekmek için ara vermesinden sonra bu yıl 4 bölümlük This Is England ’90 karşımızda. İngilizler için bir dönüşüm yılı olarak bakabileceğimniz 1990 yılını konu alması da bu sezonu en ilgi çekici sezon kılıyor. Hem rave kültürünün The Stone Roses ve Happy Mondays gibi gruplarla yeni bir gençlik ateşi yakması hem de İngiltere’nin 1990 Dünya Kupası’ndaki başarısıyla (ki devamında futbol liginin holiganizm batağından kurtularak milyarlarca dolarlık bir endüstriye dönüşmesinin fitilini de yakmıştır) Thatcher döneminde sisler içine düşmüş bu eskinin dev uygarlığının kendini toplama çabasını görüyoruz. Siz gene de sabrınıza yenilmeyin ve önce filmden başlayarak sırayla izleyin.
ALBÜM
Los Lobos’u ara sıra böyle güzel albümlerle yer verebilmek iyi bir şey. 40 yılı aşan kariyerlerinde 20’den fazla albüm yaptılar ve hâlâ da Los Angeles-Meksika hattındaki en başarılı gruplardan biri olma özelliklerini koruyorlar. David Hidalgo önderliğindeki ekip 2010’daki Tin Can Trust ile kariyerlerinin en iyi işlerinden birine imza atmışlardı. Yeni albümleri Gates OF Gold’da da aynı performanslarını sürdürüyorlar. Albümde her zamanki gibi birkaç İspanyolca yerel numaranın yanında blues ve klasik rock ağırlıklı şarkılar bulunmakta. Artık pek önemsenmeyen tarzlar olsa da Los Lobos bu stilleri hâlâ taze bir şekilde icra edebiliyor. Dünya kültürüne 1987’deki büyük hitleri “La Bamba” ile geçseler de Los Lobos bundan çok çok daha fazlası.
John Grant yazdığı sözler ve eksantrik müziğiyle “yeni Morrissey” olma yolunda ilerliyor. Ama ondan kesinlikle daha rock n’ roll bir karakter. 2 sene evvel yayınladığı Pale Green Ghosts çok keyifli bir albümdü ve o yıl da zaten birçok sene sonu listesinde de üst sıralarda yer aldı. O yüzden 3. ve yeni solo albüm Grey Tickles, Black Pressure’dan (“Black Pressure” burada dierkt olarak “Karabasan” kelimesinden alınmış) beklentiler yüksekti ve albümde ne kadar vokalleri her zamanki gibi rahat tınlasa da bu baskıyı hissetmiş olabileceğini düşünüyoruz. Grey Tickles… hemen Pale Green Ghosts ile karşılaştırılabilir ve sonuç olarak da ondan daha iyi olmadığı söylenebilir. Gene elektronikler kendini belli ediyor ki İzlanda’da yaşamayı seçen Grant’ın bir önceki albümüne de Gus Gus’ın el attığını bildiğimizden bu şaşırtıcı değil. Bu sefer de genç yaşına rağmen çok uzun bir prodüksiyon CV’sine sahip Texas’lı John Congleton ile çalışmış Grant. Albümle aynı adı taşıyan açılış şarkısı Pale Green Ghosts’un en iyi şarkısı “GMF”i hatırlatan güzel bir balad. Efsane isim Tracey Thorn ile kotardığı “Disappointing” ise gayet iyi başlayıp sonuna doğru karmaşaya yenik düşen bir şarkı. Bu albüm de gayet iyi eleştiriler aldı. Ama bizce Grant’e asıl övgü sözler ve vokali üzerinden oluyor. Gerisine teferruat olarak bakmak belki bize yakışmaz ama bazen de böyle olmalı belki.
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz ve mecmuada da andığımız Dieter Moebius en büyük ortağı Hans Joachim Roedelius bu üzüntüyü üzerinden Christopher H. Mueller’le kotardığı harika çalışma Imagori ile atmış. 80 yaşında hâlâ geleceğin müziğini yapmaya devam deden Roedelius’a bu albümdeki partnerlik yapan Christopher H. Mueller’i de özellikle 2000’lerin başlarından, Gotan Project ile olan çalışmalarından tanıyoruz. 2012’de tanışan ikilinin çok fazla da hazırlık yapmadan davrandığı çalışma hem Cluster-vari krautrock sevenleri hem de deneysel ama sakin elektronik çalışmaları sevenleri pek mutlu edecektir. Yılın en usta işi çalışmalarından biri. Bu ay bir başka dikkatimizi çeken çalışma da uzun, elektronik drone’larla bezeli Karamira ve kendi isimlerini taşıyan albümleri. Black Merlin olarak da tanınan George Thompson ve Kuntskopf plak şirketinden ve Musiccargo’dan tanıdığımız Gordon Pohl’dan oluşan grup hipnotize etme potansiyeline sahip.
Bradford Cox’u sevmemek mümkün değil. Hem Deerhunter hem de Atlas Sound ile son 10 yılda yaptıklarıyla “indie müziğin uzaylısı” yakıştırmasını, olumlu anlamda, çok rahat bir şekilde yapabiliriz. 2 yıl aradan sonra gelen yeni Deerhunter albümü Fading Frontier da Cox’un kariyerindeki gayet iyi albümlerden biri olarak anılma potansiyelini taşıyor. Fading Frontier için amiyane tabirle “daha kabul edilebilir Tame Impala” demek belki pek güzel tınlamıyor ancak albümün genelindeki psychpop hali ve Cox’un Kevin Parker’a benzeyen vokali ister istemez bu karşılaştırmayı aklınıza getiriyor. Özellikle albümün güzel işlerinden “Ad Astra”yı Tame Impala’dan ayıracak çok fazla özellik yok. Gene de yukarıda Grant’e karşı olan hislerimizi Cox’un için de dile getirebiliriz. Sevmemek mümkün değil.