“Farkında” olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu


Ayşegül Özpınar
Farkındalık ile ilgili kelam etmek büyük cüret ister. Buna teşebbüs edecek kişinin bunu kafasına iyice yerleştirmesi lazım. Zamanın tiktakları arasında buluyor insan farkları, her bir an bir farklı ana eklendikçe bir hali ötekinden ayıran farklılık devreye giriyor. Hayatın döngüsü bu, sistem farkların yasalı birlikteliğiyle yürüyor. Yasalılık (ilkelilik) tüm farkları CEM ediyor. Ve zamana tabi bir varlık olarak şuurlu insan, şuur sahibi olmanın olmazsa olmazı idrak melekesi sayesinde yeni bir şeyler fark ediyor...


Şairin öznesi “şuur”


Şuur, Türkçesiyle bilinç; bilmek, kavramak, idrak etmek, merak etmek, keşfetmek, düşünmek, sezmek, üretmek... Tüm bu çoklu faaliyetleri tek bir kefeye koysak, adına insan demek yerinde olur. Gerçek ve gerçek dışının hareketli bir bütün oluşturduğu bu yalın sözcük, varoluşunu anlamlandırma çabası içerisindeki insanın dayanak noktası, var olma sebebi.

Nietzsche “Hiçbir sanatçı gerçekle yetinemez” derken acaba şuurunun sınırsızlığına susamış öz-gün insanı mı kastediyordu? Bize farkındalık mozaiğinde gerçek adı altında sunulanın ötesinde olduğunu sorgulatan öz-bilincimizi mi? Tüm bilmelerin nihai hedefi olan özün bilgisini mi? Belki de tüm farkındalıkların özü neyin fark edildiğinin bilinmesinden ibaret. O bir şey var ile yok arasındaki fark gibi; ya yaşatır, doğurgandır ya da ölüme terk eder. Farkındalıksızlığın acı karartısında mışıl mışıl uyur us, büyümeden ya da kendinde gizli kudrete doğamadan.


Her fark ediş bir ölümdür

İnsanın el’an yenilenen bir fenomen olduğu doğal bilimlerin de kabulü. Her yedi senede bir insan bedeninde var olan tüm hücreler tamamen yenilenir. Yani vücudumuz yaşam ve ölüm mitosunun her nefes alış ve verişte tezahür ettiği bir tragedyadır; her unsur vazifesinin icabını yaptığından tüm bileşenler haklılıklarıyla mevcuttur, ölüm doğumun eşidir.

Her yeni gelen selefi olduğu ölümden doğan bir başka farklılıktır. Bu morfolojik gerçek insan tabiatının yapısal olarak yenilenmek üzere formatlanmış olduğunu gözler önüne serer. Ölüm onun doğasıdır. Birbirinin üzerine eklenen her bir fark ediş bir öncekini sonlandırmış, fark edeni artık asla eskisi gibi olamayacak bir duruma sevk etmiştir. İnsanın bu kendini tekrar eden ölüm-doğum döngüsüne müptela tabiatı onu hiç durmadan yeni olan her neyse ona sürükler. Yalnızca tinin farkındalığı tatmin eder insanı; diğer her bir fark ediş insan kapasitesi yanında primitiftir, noksandır. İnsan ancak kendiliğini fark ettiğinde gerçek anlamda doğar. Bu yeniden doğuş onu gerçek yaşama da uyandırmış olur.


Ouroboros ya da “kendi kuyruğunu ısıran yılan”

Dış nesnelerin (natura) farkındalığı nihai olarak insanın öz farkındalığına hizmet etmiyorsa orada fark edişten, yaşamsallıktan söz edemeyiz. İnsanın yeryüzündeki sınavı bu temel ayrımla belirlenmiş. Sanki insanoğlunun ebedi yazgısının bir vazifesiymişçesine dış dünya dediğimiz nesneler âlemi, kolektif insan şuurunun yaratmış olduğu her türlü oyalayıcı fenomenle insanı öz farkındalığından alıkoymak için ona savaş açmıştır. Durmaksızın tekrarlanan bu savaş günümüzde medya orduları, paparazzi bombardımanı, moda tacirliği, uyuşturucu kartelleri, popüler kültür gibi ana başlıklar ve nice güncel alt başlıklarla sürmekte. İnsanoğlunun var olduğu ve “çağdaş” çizgisine kendince vardığı şu medeniyet döngüsünde, insan kendisini hep olayların içerisinde aramakta. Bu arayışı ona huzur vermediğinden kendi tatminsizliğinin sesini bastıracak yeni sanal tatmin araçları yaratmış. İşin tuhafı, onu gerçek farkındalığa götürecek yarattığı her aracın, o olduğunu zannettiği bu yeni “gerçekliğin” ve bunun yaratmış olduğu cazibenin, düşünce ve davranış kalıplarını ustaca örterek onu aynı dışa odaklı varoluş haline sokan bir formatla tasarlanıyor oluşu. Çağdaş insanın ağzından düşmeyen bir kavram olan “tüketim”, bu sefer de kendini, insanoğlunun içinde bulunduğu yapay gerçekliği aşma uğruna geliştirdiği “ütopya” kılığında yeniden ve sınırsızca var ededurmakta. Çünkü insan dev bir çığlık gibi tüm varlığında yankılanan sesi bastırmak, uyuşturmak, unutmak için zamanı tüketir; tükettikçe kendi hakikatinden uzaklaşır, uzaklaştıkça küfre batar. Küfür, Türkçesiyle “örtü”, gözlerine inen perdenin adaşı olmuştur.


Sine Qua Non


Dünya çöplüğe döndü. Ne tarafa baksak zulümün bin bir çeşidine rastlar olduk. Haberleri mi izliyoruz dehşet içinde mi kalıyoruz belli değil. Tek bir harekette bir başka yayın akışının gerçekliğinde kendimizi unutur oluyoruz. Aşk, para, şehvet, ihtiras, dedikodu, kin ve intikam temalı prime-time tüketim modelleri neredeyse her evin vazgeçilmez afyonu oldu ve bu zulme hepimiz ortak olmuş durumdayız. Efsanevi âşıklar
bugün uğruna öldükleri aşkın nasıl ayaklar altına alındığını bilmiş olsalardı yürekleri buna dayanır mıydı bilinmez ama biz modernler, içinde bulunduğumuz yalnızlığı daha fazla taşıyamaz olduk. Bir çıkış kapısı arıyoruz. “Gezegen yıkımla burun buruna”, “küresel sermaye” yaşamlarımızı tehdit ediyor ve hiçbir şey daha iyiye gitmiyor. İyice ağır basan bireyciliğe karşın eskilere, atalarımızın yaşantısına öykünmekte arıyoruz çareyi; bunun için komünler kurmaya, ekolojiyi yaşatmaya, “alternatif”i var etmeye çalışıyoruz. Vejetaryeniz-veganız-çiğ besleniyoruz; şamanız-yogiyiz-organiğiz; oyuz-buyuz-şuyuz ama asla kendimiz değiliz. Ne kadar kendimizi muaf tutsak da kendi gibi olanları aslında sevmiyor gibiyiz. Farkında olmadan “ötekinin” tarafı olmuş durumdayız; ideallerimize tutunuyoruz, dalın kaldırma kuvvetti ise şaibeli. Bu anlam bunalımının içinde kaybolup gitmeden insanın değiştirilemez yazgısı olan “ölüm” ile yüzleşmesi ve ölümün ötesinde varlığını duyumsadığı, çırpınırcasına özlemini duyduğu ebediliğe kavuşması onun asıl özlemi olmalı. Her şey karşıtıyla kaim. Ölüm varsa ölümsüzlük de olmak zorunda; diyalektik, fenomenler âleminin olmazsa olmaz gerçeği.


Ölüm korkusu


Bedenlerimiz başta olmak üzere nesnel olan ne varsa ölümlüdür ve kendini nesnellik üzerinden anlamlandıran her kim varsa ölümden korkar. Materyalizm insanı salt bir beden nesnesi, şuuru da o nesnenin bir alt ürünü olarak nitelendirir. Bu denkleme göre şuur edilgendir ve tüm insanlığı buna inandırmak üzere geliştirilmiş olan bu yapay düzen, insana hep bir beden nesnesinden ibaret olduğu algısını telkin eder. Nitekim insanlar onurlu duruşlarından çok “etiketli” duruşlarıyla birbirlerinin gözüne girmek istiyor. Değer yargılarımız ciddi ölçüde erozyona uğradı, önüne geçilmezse sadece doğayı değil kendimizi de yitireceğiz. Buna mukabil usun olmadığı yerde sağduyudan söz edilemeyeceği gibi ilkelilikten ve farkındalıktan söz edilemez. İlkesizlik düzenin ve huzurun artık sürdürülemez olduğu bir iklim oluşturur. Tam da bu noktada fark ediş her anlamıyla “olmak” ya da “olmamak” arasındaki ayrım kadar keskin ve belirleyici. İnsan ölümlü yazgısına açtığı savaşı asla kazanamayacağını kabul etse, belki de nesneler deryasında oyalanmayı bırakacak ve odağını kendi üzerine döndürerek kendi devriminin mimarı olarak bu çetin mücadeleden zaferle çıkacak. Tabii bunun için “kendi” zannettiği de başta olmak üzere, onu öz-farkındalığından uzaklaştıran her şeyi öldürmesi gerekecek. Bu hür iradesiyle tamamen insanın tercihine kalmış bir durum ve her tercihin bir bedeli var. Nitekim dünyamıza baktığımızda gördüklerimiz yapılan tercihlerin birer sonucu olarak allı pullu karşımızda durmakta. Eldeki malzemeden hoşnut isek aynı şekilde devam etmemizin hiçbir sakıncası olmaz. Eğer gördüklerimiz bizleri rahatsız ediyorsa o vakit başka bir tercihte bulunmamız gerekecek.

Dünya dönüyor, zaman akıyor ve saatler geri gelmiyor. Biz ise her an eylemlerimizle bir tercihte bulunmuş oluyoruz. Ya kendimizi, kendimizle beraber yaşam olanaklılığını var ediyoruz ya da zamana tabi bir varlık olarak duyusallığın geçici dünyasında ömür denilen değerli vakti harcayıp gidiyoruz. Feda etmediklerimizin yanında aslında neler yitirdiğimizi fark ettiğimizde iş işten geçmiş olabilir. Tercih ise basit; ya hayata doğacak ya da yaşayan ölüler olarak varlığımızı devam ettireceğiz. Belki de bütün mesele de budur. aysegul.ozpinar@gmail.com