BİLİYORUZ AMA FARKINDA MIYIZ?


Oya Ayman
Eskiden, çok eskiden İğneada’nın Bulgaristan sınırında bir ada olduğunu sanırdım. Bir gün haritada, batı Karadeniz sahilinde olduğunu gördüm. Derken, oraya giden arkadaşlarımdan “çok güzel bir yer” olduğunu duydum. İğneada’ya yolum düşmeden önce, orada longoz (subasar) ormanları ve lagün gölleri olduğunu; pek çok küçük derenin suyun içinde köklenmiş bu ormanlardan doğup Karadeniz’e ulaştığını; geyiklerden su samurlarına, kırmızı benekli alabalıklardan kartallara olağanüstü çeşitlilikteki yaban hayatını; ormandaki üvezlerin, ahududuların, muşmulaların, kızılcıkların binlerce canlıyı beslediğini biliyordum. Yollarının virajlı olduğunu, küçük orman köylerinde pek az insanın yaşadığını ve manda yoğurunun çok lezzetli olduğunu da...

İstanbul’a üç saat uzaklıktaki bu muhteşem coğrafyayı ilk ziyaretim sonbaharda olmuştu. Gri yağmur bulutlarının başımıza değecek kadar yaklaştığı İğneada yolunda, sislerin arasından bir görünüp bir kaybolan sık orman bana Amazonları hatırlatmıştı. Sonradan buranın dünyanın bu büyüklükteki üç longozundan biri olduğunu ve diğerlerinin Amazon’da ve Afrika’da olduğunu öğrenecektim.

Adını Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma dökümhanelerden alan Demirköy’de bir ev pansiyonda kalmış, sobanın başında kestane kavurup sohbet etmiştik. Ama sanırım en çok kayın ağaçlarının altında, sonbahar yapraklarının arasından bir sürpriz gibi fırlamış kimi devasa bir şemsiyeye, kimi borozana, kimi bir dantele benzeyen onlarca çeşit mantardan etkilenmiştim. Yosun kaplı kayaların, suyun içinden fırlamış gövdelerine sarmaşıkların dolandığı ağaçların altında kendimi harikalar diyarında gibi hissetmiştim. Ormadaki patikaların sonunda karşımıza çıkan sazlarla kaplı göller, Karadeniz’in köpüklü dalgalarının dövdüğü kimsesiz kumsallarda yürürken, saklı bir cennette gibiydim. Ormanın derinliklerinde rastladığımız tek tük çiftlik evleri ve saz damlı ahırlarların çevresinde pek fazla insana rastlamamıştık.

O hafta sonu tatilimden aklımda kalanlar bunlar... Ancak ruhumda kalanı tek kelimeyle ifade edebilirim: Huzur. Orada, o longozda sanki yerdeki sarı yapraktan şapkalı mantara, kayadaki yosundan şırıl şırıl akan dereye, kayın ağacını gagalayan ağaçkakandan sobayı yakan ev sahibimize kadar herkes mutluydu. O zaman ”huzur” olarak hissettiğim bu duygunun, burada varlığını sürdüren her şeyin uyum içinde olmasından kaynaklandığını, yıllar sonra yine İğneada’ya yaptığım başka ziyaretlerde farkına vardım... Mesela manda yoğurdunun lezzetinde, hayvanların soludukları hava, ormanda serbestçe dolaşırken yedikleri otlar ve ondan süt alıp yoğurt yapan insanların yüzlerce yıldır biriktirdiği deneyimler saklıydı.

İnsan elinin çok az değdiği bu nadir coğrafyadaki bütün varlıkların üstünlük derdi olmadan sürdürdüğü işbirliğinden öğreneceğimiz çok şey vardı...

İğneada’ya yaptığım her seyahatte içimden “Ne olur burası hep böyle kalsın,” diye tekrarladığımı hatırlıyorum.

Yıllar sonra kırsala yerleştiğimde de benzer bir farkındalık yaşadım. Kentte yaşarken insanların neden fabrikalar, barajlar ya da HES’ler için topraklarını kaybetmek istemediklerini biliyordum. Dağ başında bir köye yerleşip toprağı ekip biçmeye başladığımdaysa; bir ağacın yetişmesine, bir tohumun yeşerip meyve vermesine emek vermenin ne anlama geldiğini daha iyi anladığımı itiraf etmeliyim. İnsanların emek verdiği, aşını ürettiği, atalarından yadigâr topraklarını kaybetmesinin; rüzgârını dinlediği ormana, balık avladığı dereye zarar gelmesinin ne demek olduğunun farkına vardım.

Bilmek yeterli değildi. Anlamak, kavramak için farkında olmak gerekiyordu. Bilmek farkına varmak için atılan bir adımdı sadece...

Longoz ormanlarının kalbine termik ve nükleer santraller kurmak isteyenler, bu doğal alanın Milli Park statüsüyle koruma altına alındığını biliyor olmalılar. Ancak yapılacak santrallerin geride korunacak bir zenginlik ve yaşam bırakmayacağının, oradaki her bir varlığın huzurunu ve neşesini kaçıracağının farkında olsalar bunu yaparlar mıydı? Sanmam...

İğneada’da yüzlerce yıldır atalarının yaptığı gibi, çevresiyle uyum içinde yaşayanlar bu tehlikenin farkında. Bu yüzden yaşam alanlarında ne termik santral, ne nükleer istiyorlar. Çünkü toprakla, suyla, böcekle, kuşla, balıkla, arıyla, otla kurdukları bağın farkındalar. Çevrelerindeki varlıkların yok olması, bugüne kadar bildikleri yaşamın da yok olması anlamına geliyor. Santral demek hayatlarının kökünden değişmesi, geçimlerini sağladıkları hayvancılığın, tarımın, balıkçılığın yavaş yavaş bitmesi, yaşam kültürlerini oluşturan ne varsa ellerinden kayıp gitmesi demek... Üstelik İğneada’nın doğal güzellikleri için gelen binlerce ziyaretçinin bırakacağı gelirden ve muhabetten de mahrum kalacaklar.

Bizler, çok sayıda gelişmiş ülkenin nükleer santral yatırımlarından vazgeçtiğini, nükleer santrallerin atıklarının bertaraf edilmesi için binlerce yıl geçmesi gerektiğini, bırakın bizim, torunlarımızın torunlarının bile radyasyon yayan bu atıklardan kurtulamayacağını, nükleer santrallerin atık-soğutma suyunun deniz yaşamında meydana getireceği felaketleri, bu tesislerden insanlara ciddi zararlar veren radyoaktif izotopların salındığını, bu maddelerin santral çevresinde yaşayan çocukları kanser ettiğini, nükleer santrallerin üreteceği enerjiye ihtiyacımız olmadığını çünkü Türkiye’nin enerji ihtiyacının olduğundan yüksek gösterildiğini, ihtiyacımız olsa bile bu enerjiyi daha küçük ölçekte ve yerelde yenilenebilir kaynaklardan sağlayabileceğimizi, termik ve nükleer santrallerin üretim için çok fazla suya ihtiyaç duyduğunu ve doğadaki varlıkların ihtiyacı olan suyu onlardan çalacağını, ormanın kalbine yapılmak istenen devasa santral binaları dışında, damarlarına işleyecek elektrik iletim hatlarının ormanın bütünlüğüne nasıl zarar vereceğini biliyor olabiliriz.

Ancak bu süreçlerin yaratacağı dev tahribatın, bunun sadece İğneada’nın ya da İğneadalıların değil, hepimizin sorunu olduğunun farkında mıyız?

Sadece orada yaşayanlar değil, bizler de İğneada’nın suyuna, toprağına, ormanına muhtacız. İçtiğimiz su, soluduğumuz hava, soframıza gelen gerçek lezzetler, ruhumuzu doyuran huzurun devamlılığı, doğal alanların yaşamasına bağlı. Ne saldığı gazlarla iklimi değiştiren termik santrallere, ne de Fukişima’dan sonra binde birden yüzde bire yükselen kaza riskinin uykularımızı kaçırdığı nükleer santrallere değil; nefes alan ağaca, onun gövdesini gagalayan ağaçkakana, taştaki yosuna, balıkçlıla, kartala, dere hamsisine, alabalığa, manda yoğurduna, şapkalı mantara, su mercimeğine, kum zambağına ve onlarla uyumlu yaşama deneyimini kuşaktan kuşağa aktaran insanlara ihtiyacımız var. Çünkü zenginlik harcadığımız elektrikte değil; temiz toprak, temiz hava, temiz su ve temiz gıda ve çeşitlilikte. Bunların devamlılığı ise bizim farkındalığımızda. oya.ayman@gmail.com