Bugüne ait olmayan garip bir tekinsizlik hissi; ABLUKA


Röportaj: Utkan Çınar

Emin Alper’le yeni filmi Abluka’yı konuştuk.
*Spoiler içerir


2012 yılında çektiği ilk filmi Tepenin Ardı ile kendini hemen dikkat çeken yerli yönetmenler listesine yerleştiren Emin Alper, yeni filmi Abluka’da oyununu yükseltiyor. İlk filmin klostrofobik doğa hayatından sonra bu sefer tüm çirkinliği, sisi, pusu ile İstanbul’un sınırlarındayız. Polisin, devletin delirtici baskısı Alper’in, maalesef belki de kanıksadığımız, distopyasının her yerinde. Cevdet Erek’in yerli yerinde ses dokunuşları ve Alper’in başarılı oyuncu yönetimiyle Abluka gidip görmediğimiz İstanbul’u tüm sertliğiyle yüzümüze vuruyor. Bu yıl Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü aldıktan sonra, Tokyo Uluslararası Film Festivali’nden dönüşünde ayağının tozuyla görüştüğümüz Emin Alper artık her yeni filmini merakla bekleyeceğimiz yönetmenler arasında…

Genelde müzisyenlerde olduğu söylenen “2. Albüm sendromu” gibi siz de bir “2. Film sendromu” yaşadınız mı? Tepenin Ardı’nın başarısından sonra bir baskı hissettiniz mi?
Sinemada da var. Çok anlaşılabilir bir hissiyat. Eğer ilk filmi biraz başarılıysa bunu herkes yaşıyor. Benim avantajım elimde senaryonun hazır olmasıydı. Sonra çok değişti ama Tepenin Ardı’na başlamadan önce Abluka’nın taslağı vardı. Çekeceğimi de biliyordum, sevdiğim bir senaryoydu. Stil olarak biraz farklı olacağını da düşünüyordum, o açıdan çok fazla stres yaşamadım açıkçası. Ama şimdi 3. film stresinin beni yavaş yavaş sardığını söyleyebilirim. (gülüyor) Ne üzerine çalışacağıma daha tam karar verememenin stresi olduğunu söyleyebilirim. Daha ikincinin tadına varamadan. Bu hep böyle gidecek gibi geliyor, hiç huzura eremeyecekmişiz gibi. (gülüyor)

Abluka’nın senaryosu daha eski idiyse ilk olarak onu çekmeyi düşünmemenizin nedeni neydi? Ne kadar değiştiğini de merak ettim.
Abluka biraz daha pahalı filmdi. Benim aslında Kültür Bakanlığı’na ilk başvurduğum proje buydu ama kabul edilmedi. O zaman bozulmuştum ve sinirlenmiştim. Çok sevdiğim bir senaryoydu. Ama şimdi düşünüyorum da iyi ki kabul edilmemiş. Yalapşap prodüksiyon koşullarında çekilecek bir film değildi bu. Daha çok para çıkarmak gerekiyordu, o yüzden Tepenin Ardı’nın araya girmesi çok iyi oldu. Bu filme daha çok para bulabildik. Değişime girersek; aslında iskelet aynı. Veli karakteri sonradan girdi, Meral ile ilişki biraz daha derinleşti. Meral o kadar önemli değildi başta. Ahmet’in dünyası biraz değişti. Paranoya ve delirme hikâyesi aynıydı.

Tepenin Ardı’nı izlediğimde benim güçlü olarak hissettiğim duygu; o kadar güzel bir doğada, yani İstanbul’da yaşayanların gitmek isteyeceği türden bir yerde, hâlâ klostrofobik bir yaşama mahkum karakterlerdi. Abluka’da ise bu sefer gerçekten feci bir mekân var karşımızda. Ama buradaki karakterlerde ilk filme göre daha fazla mizah vardı. Bu tezat üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Mekân benim için her iki filmde de çok önemliydi. Yaşayan ve karakterleri baştan aşağı saran mekânlar olması gerekiyordu. Özel bir tercih olduğunu söyleyemem. Ararken bulduğumuz Şahintepe mahallesi bana tam gollük bir pas attı diyebilirim. Kendiliğinden izole bir yer ve İstanbul’un son noktası gibi. Senaryoyu elimden geldiğince uydurdum. Ama bu film her mekânda klostrofobik olacaktı. Sokaklar ıssız, karanlık. Mekânın izolasyon hissi ve kışın çekmemiz bilinçli bir tercihti. Mizah meselesine gelecek olursak; Tepenin Ardı açık komik değildi ama onda da alttan alta bir mizah olduğunu düşünüyorum. Karakterlerin içinde bulundukları durumda bir tür kara mizah var. Burada da en baştan beri kara mizah olmasını istedim ve belki bunun biraz daha açıkça ifade edildiği sahneler var.

Buradan konuyu başroldeki Mehmet Özgür’e bağlamak isterim. İlk filminizde de çalışmıştınız ve orada da benim en çok dikkatimi çeken karakteri oynuyordu. Bahsettiğiniz mizahı da hemen yakaladığımız karakter oydu belki de. Bu filmde de onun tercihleri mizah duygusuna bir katkı yaptığınız düşünüyor musunuz? Ayrıca ilişkiniz nasıl gelişti ve daha sonra da çalışmak istediğiniz bir oyuncu mu?
Mehmet Özgür tercihi kesinlikle önemli. Kendini komedi oyuncusu olarak tanımlayan, komedi oynamaktan çok hoşlanan ve doğaçlama fırsatı verildiği zaman komediye kaçmak isteyen birisi. Ki kullandık da birkaç yerde. Hamza karakterini oynayan Müfit Abi de öyle. Onlar çok iyi paslaştı o açıdan. Özellikle Mehmet Abi komediye kaçmak konusunda çok ısrarlıdır. Mümkün olduğunca dizginlemeye çalıştım. Tepenin Ardı’nda çalışmamız tesadüfler sonucuydu. Abluka’yı tekrar raftan indirdiğimde ise aklımdaki tek isim Mehmet Özgür’dü. Senaryodaki mizahı çok iyi anladı ve açığa çıkardı. Benim senaryolarım oyuncudan bağımsız gelişiyor ama senaryoda uygun bir rol varsa tabii ki çalışmak isterim.

Müziğe gelelim. İlk filminizde sonu dışında neredeyse hiç müzik kullanmamıştınız. Burada ise Nekropsi’den tanıdığımız ve sevdiğimiz Cevdet Erek ile çalıştınız. Nasıl bir bağlantınız oldu onunla? Seçimleri nasıl yaptınız?
Senaryoyu yazarken ben hiç müzik duymuyordum. Melodik veya tematik bir müziğin olmasını hiç düşünmedim. O klostrofobik atmosferi biraz güçlendirebilecek ses tasarımı-müzik arası bir şeyler olmasını istiyordum. Cevdet’le de en baştan beri bunu üzerine gittik. Yapımcımız Cem Doruk tanıştırdı bizi. Ben de Cevdet’in işlerini o vesileyle öğrenince, çok iyi bir işbirliği oldu. Çok iyi anlaştık. Toplumcu gerçekçi veya otantik bir film müziği yerine daha elektronik veya deneysel şeyleri kaldıracak bir tonu vardı filmin. Cevdet de bunu fark edip zaten öyle şeyler denedi. Biz “fokurtu” diyoruz ona. Helikopter sesinden deforme ederek ulaştı Cevdet o sese. Sesler böyle oluştu. Finale doğru ben elektronik tınılardan kurtulmak isterdim. Cevdet o fokurtuyu vurmalılarla çaldı; final müziği de öyle çıktı.

Sinemada şarkı, melodik müzik gibi öğeler kullanılmasına karşı bir tavrınız var mı peki?
Öyle kesin yargılarım yok. Ama bu konuda çok ekonomik olduğumu düşünüyorum. Her yere müzik sokuşturulan, fona müzik koyarak duyguyu yükseltmeye çalışan filmlerden hoşlanmam. Müziğin çok ekonomik ve bilinçli kullanılması lazım. Ben de öyle yapmaya çalışıyorum.

Filmde birçok emniyet aracı kullandınız. Bunları izinleri gibi konularda sorun yaşadınız mı? Boşta var mıymış?
Enteresan bir şekilde hiç sorun yaşamadık. Çektiğimiz dönem barış süreci devam ettiği için daha az gergindi ortalık. Hiçbir zorluk çekmedik. Filmin konusunu da sormadılar. İnsani bir ilişki kurunca sorun olmadı. Biz de şaşırdık bu kadar kolay olmasına.

Filmdeki feci yaşam koşulları ne kadar şok edici olsa da, maalesef artık bir kanıksama noktasındayız. Devletin tarafındaki karakterler de karşısındakiler de sonunda kaybediyor. Kazananı olmayan bir durum söz konusu. Bu yoruma katılır mısınız?
Evet katılırım. Bu içinde bulunduğumuz kültür, bu ister milliyetçilik, ister devletçilik olsun, bu nihayetinde self-destructive bir yapı. Self-destructive’i nasıl çevireceğiz? Özyıkımsal. (gülüyor) Saldırganlığın düşmanlarını imha ettiği çok açık. Muhalefet çizgisini kurmaya çalıştığım yer, görünürde kazananın da kaybettiğini gösteren bir yer. Bu militarizme dayalı kültürün kazananı yok. Bu savaştan zaferle çıktığını sanan insanlara da çok zarar veriyor.

Filmde Kadir’in olan bitenden 20 yıl uzak kalmış olması, geri döndüğünde onda paranoyayı ortaya çıkartıyor. Ahmet ise burada olmasına rağmen aklını kaybeden o oluyor. Tam tersi de olabilirdi.
Benim için Ahmet’in hikâyesi daha metaforik bir hikâyeydi. Köpek avlarken bir köpekle dost olması hikâyesi, terörist avının aslında bir metaforu. Kadir’in biraz daha akıllı olması gerekiyordu. Muhbir olan o, Ahmet’in yıkımına yol açacak olan da Kadir. Daha mantıklı kalması gerekiyordu. Onun dışında özel bir tercih olduğunu söyleyemem. Ahmet hayattan mümkün olabildiğince kaçmaya çalışırken, Kadir hayat açlığıyla dışarı çıkmış, bir yerlere tutunmak istiyor.

Kadir’in 20 yıl önce bildiği ortam da bundan çok farklı olmasa gerek diye düşünüyorum ama belki o zamandan bu zaman geldiğinizde saf bile kalabiliyorsunuz.
Senaryonun ilk hallerinde vardı. Kadir aslında köyde yaşarken hapse düşmüş bir karakter. Çok gençken hapse girmiş ve 20 yıl boyunca izole kalmış olması Kadir’in saflığını oluşturan durumlar. O yüzden etrafında olan biteni anlamakta zorlanıyor.

Filmdeki Kadir karakterini Zengin Mutfağı’ndaki Lütfü Usta’ya benzettim biraz. O saflık ve arada kalan yönleriyle. 
Hiç aklıma gelmemişti. Düşünmem lazım. (gülüyor, düşünüyor) Nahifliği ve saflığı açısından bir benzerlik var aslında. Ama farkları tam da o dönemle bu dönem arasındaki farka ışık tutuyor. Lütfü Usta belli bir zihinsel dönüşüme yavaş yavaş başlamış vaziyette. Tam da o dönemki toplumsal gerçekçi iyimserliğe uyuyor. Buradaki ise çok daha karamsar. Bilinçlenmek bir yana kendi felaketine giden bir karakter gibi. Aynı nahiflik belki ama karamsarlık da.

Devlet ile “ama bunlar da iyi çocuklar”ın arasında kalma hali... Ama Kadir tarafını çok daha rahat seçiyor. 
Bu çok doğru bir nokta. Kadir de bir iki tereddüt yaşıyor, Meral’e yardım etmek istiyor. Ama ondan sonra, evet, tarafını seçiyor. Bir aymazlık içinde seçiyor. Yaptıklarının sonucunun ayırdında değil.

Memlekette yaşadığımız en büyük açmazlardan biri.
Yani facebook’ta AKP’ye oy verenlere küfredebiliyoruz ama o insanları tanımaya başladığımızda onların gayet iyi, sempatik insanlar olabileceklerini görüyoruz. “Bir insan nasıl bunlara oy verebilir?” diye düşündüğünüz… Bu da iyi ve kötünün hayatta saf bir şekilde karşımıza çıkmadığının göstergesi. 
 
Köpek imgesine gelmek isterim. Her iki filminizde de önemli yer tutuyor.
Sokak köpeklerini çok sevmem dışında pek bir sebebi yok. Biraz bağımsız gelişti, daha sonra metaforik hale büründü. Köpek itlafçısının sapkın şekilde bir köpekle arkadaşlık kurması fikri hoşuma gitti. Çekimler de kolay olmadı. Köpeklerden mesel bir prodüksiyon sorumlumuz vardı. Filmin de en zahmetli yeriydi.
 
Film başka sinema altında gösterilecek. Onun dışında vizyon durumu nedir?
Bilmiyoruz. Salonların talebine göre 5 de olabilir 10 da olabilir. Ya da hiç olmayabilir. Başka Sinema olarak 15-16 sinemada gösterime girecek.

Burada sizin gibi sinemacıların filmlerinin seyirciyle buluşma imkânı çok büyük bir problem. Bu nasıl aşılabilir?
Bu çok can sıkıcı bir problem. Başka Sinema sayesinde uzun süre gösterimde kalma şansı buluyor ama bizim alışık olduğumuz seans saatlerinde olmuyor. Kendinizi ona göre ayarlamanız gerekiyor. Kendim de yaşıyorum bu derdi. Denk getiremiyorum. Başka yerlerde de gösterilmesi çok önemli bu yüzden. Çok kötü tabii. Seyirci talebi çok düşük. Haksız rekabet, tekelleşme başka bir sorun. Başka ulaşma yöntemleri de var. Ama işte o yüzden seyirciler sinemalara gelmiyor. 4 ay beklerim kaçak DVD’sini alırım beklentisiyle birçok insan film izlemiyor. Benim öğrencilerim de gelip gülerek “Ne zaman piyasaya düşer?” diye espri yapıyorlar. Ayrıca bir şey daha ekleyeyim; yerli komedi endüstrisi bizi süpürüp atıyor şu anda. 1000 kopyayla girme hazırlığı yaptığını duyuyoruz birtakım filmlerin. Bunlar da bizi dışlıyor. Ama iş seyircide bitiyor. Seyirci talep ederse…

Filmde distopik öğelerden bahsettiniz. Dünyada da çok revaçta bir tür olarak fütüristik yapımlar açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Film zaman-dışı ve mekânsız aslında. Belli bir tarihi yok. Gökdelenler bir zamanı ele verse de köpek itlaf pratiği daha eskilerden kalmış bir şey. Distopik olması nedeniyle fütürüstik olmak zorunda değil. Bu türe özel bir vurgum olduğunu söyleyemeyeceğim. Türkiye’de o tarz bir filmin maliyetini karşılamak da mümkün değil. Benim için bu filmin en bıçak sırtı tarafı; gerçekçi olup, bugüne dair ve aşinalık hissini taşırken bir yandan bugüne ait olmayan garip, zamansız bir tekinsizlik hissini birarada tutmaktı. Benim için en büyük meydan okumalardan bir buydu. Distopyaya dair özel bir ilgim olduğunu sanmıyorum.

Dünyada son yıllarda dizi endüstrisinin şaha kalktığını söyleyebiliriz. Birçok ünlü oyuncu ve yönetmen bu tarzı deniyor. İskandinavya, İngiltere ve tabii ki Amerika da başı çekiyor. Dizi derken tabii ki pembe dizi mantığını değil, o mesela 1’er saatlik 6 bölümden oluşan yapımları söylüyorum. Burada yeni bir anlatım mantığı da var. Bu tarz bir şey denemek ister misiniz?
Kesinlikle çok isterdim. Hatta giderek de filmleri bir buçuk saatlik bir süreye sığdırma sorunu yaşıyorum. Bu filmin de ilk kurgusu çok uzundu. Kısaltmak için çok uğraştım. Yan hikâyeleri vardı ki, ben yan hikâyeleri seven birisiyim. Bana çok cazip geliyor dizi mantığı. Türkiye’de bunun koşulu yok. Böyle bir seyirci talebi, beklentisi ve kalitesiyle böyle bir alanın açılacağını hiç sanmıyorum. Çok zor gözüküyor. Ama dizi işi; izlediğim, çok ilgilendiğim ve geleceği olduğunu da düşündüğüm bir alan. Daha çok karakter anlatma şansı ve çok daha büyük bir hareket alanı sağlıyor.

Okuyucularımız bilgilendirmek adına bu işlere nasıl başladığınızı ve buna karar verdiğinizde sizi etkileyen isimleri de sormak isterim. 
Boğaziçi’nde Sinema Kulübü’ne girerek ilgilenmeye başladım. Hep kafamda vardı, tiyatro, sinema veya edebiyat. İlk kez bunu ciddi anlamda üniversitede düşündüm. Tabii ‘90’larda film çekmek çok zordu. Ancak Kültür Bakanlığı’nın fonları çıkınca bu işi yapabileceğimi düşünmeye başladım. Bu fonlara başvurarak şansımı denedim. Bolca senaryolar yazdım. Etkilendiklerimi hem sinemadan hem de edebiyattan saymalıyım. Visconti, Fassbinder, Kubrick çok izleyip sevdiğim isimler. Polanski’nin ilk dönem işleri. Türkiye’den de Yılmaz Güney, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz bizi etkilemişlerdir. Edebiyattan da Çehov, Kafka, Dostoyevski, Yaşar Kemal’i çok severim. Tanpınar. Hepsi de etkilendiğim yazarlar.

Filmlerinize baktığımda son zamanların önemli Rus yönetmeni Alexander Zvyagintsev aklıma geliyor. Benzer bir klostrofobiye sahip gibi geliyor o da. 
Rus Edebiyatı ve Rus Sineması bizi genel olarak çok etkiliyor zaten. Ceylan ve Demirkubuz’un da en çok referans verdikleri şeyler biliyorsunuz; o Rus dünyası, Tarkovski, Zvyagintsev, o kültürün bizim üzerimizde çok ciddi etkisi var galiba. Kültürlerimiz de çok benziyor. Rus kültürü de 19. yy ve sonrasında çok otoriter. Orada ayakta kalmaya çalışan aydınların dramına yöneliyor edebiyatı da sineması da.

İlk filminizde, sevdiğim de bir şekilde, net bir başrol yoktu. Herkese ayrı ayrı zamanımız vardı. Bu filmde ise ağırlığı olan iki karakter var. Senaryolarınızı yazarken, Robert Altman gibi, karakterlerin ağırlıklarını dağıtmak gibi bir stile ilginiz var mı?
Romanı çok seviyor olmamdan kaynaklanan bir durum bu sanırım. Romanlar da çok karakterlidir. Bundan heyecanlanıyorum galiba. Tek karakterli hikâyeler beni çok motive etmiyor.
 
Ilya Ehrenburg aklıma geliyor. Bir yerden sonra karakterleri kaybetme tehlikesi olabiliyor. Görsel dünyada bunu çözmek daha kolay belki.
Görsel dünyada da çok fazla ileri gitmemek lazım tabii. Robert Altman’da da çok zorlanırım mesela. (gülüyor) Bu filmde de birçok insan kayboldu. Venedik’te falan “Çok karmaşık olaylar, kaybolduk, hangisi gerçek hangisi düştü?” diyen insanlar da oldu. Çok fazla da sinemanın sınırlarını zorlamamak lazım. Bir düzeyde olması gerekiyor tabii ama bazıları için fazla oldu belki. Tabii bu kayboluşun da bir haz yaşatması gerektiğini düşünüyorum. khgv@hotmail.com