AYNA


Nazlı Kalkan

“Diyelim kolumu kestin. Şöyle derim: ‘Ben ve kolum.’ Öteki kolumu da kestin. Şöyle derim: ‘Ben ve iki kolum.’ Diyelim midemi söküp çıkardın, böbreklerimi, diyelim ki mümkün bu. Şöyle derim: ‘Ben ve iç organlarım.’ Anlıyor musun? Ve şimdi de, kafamı kestin. ‘Ben ve kafam’ mı derim, yoksa ‘Ben ve vücudum’ mu? Kafamın kendine ben demeye ne hakkı var?” (*)

 
Karanlık / Hayret
Bebek altıncı ayına ulaştığında yeniden bakıcının kucağında aynanın karşısına geçti. O güne kadar bakıcı, kucağında bebekle birlikte defalarca aynanın karşısına gelir, bebeği ve kendisini eliyle işaret ederek, gülümseyerek, kahkahalar atarak, yüzünü buruşturarak, gözlerini kırparak, dişlerini göstererek bebeğin aynadaki surete tepki vermesi için var gücüyle çalışırdı. Bu, bakıcı için çok eğlenceli bir işti. Bebek ise, -sanki o karanlık denizden çıkmadan evvel bedenini sarmalayan zar aynalardan oluşmuş gibi- aynaya kısa boş bir bakış atar ve görüntü ile hiç de ilgilenmezdi. Bebeğin görüntüye karşı duyarsızlığından dolayı, her gün birkaç defa yerine, zamanla günde bir defa, daha da zaman geçtikten sonra haftada bir defa aynanın karşısına geçen bakıcının şevki kırılmış olsa da bebekle yaptığı bu ayna seanslarından hiç de vazgeçmedi. Bebek de tepkisizliğinden... Ta ki o güne kadar.
 
Altıncı ayına ulaştığı o gün bakıcı ile birlikte aynanın karşısına geçtiklerinde bebek yine tepkisiz gibi görünüyordu ancak bebek bu sefer farklı bakıyordu. Bebeğin gözleri açılmış, bakışları aynaya doğru kilitlenmişti. Bebeğin aynaya bakıyor olduğunu farketmeyen bakıcı yine umutsuz sırtını dönerken bebeğin boynunu çevirerek hâlâ aynaya bakmaya çalıştığını farketti. Bakıcı aynaya geri döndü. Evet, bebek aynaya bakıyordu! Her nedense hayretler içerisinde gibi görünüyordu. Bebek bir şok geçiriyordu. Hiç kimse bilmiyordu.
 
Farkediş / Ayrılık
Bebeğin o güne kadarki tepkisizliği aynalara karşı duyarsızlığından gelmiyordu. Bebek hiç tepki vermiyordu, çünkü o güne kadar ayna bebek için sırlanmamış kara bir camdan ibaretti. Bu yüzden bebek bakıcı ile birlikte her defasında aynanın karşısına geçtiklerinde bir karanlık görüyordu. Ve fakat o gün her nasılsa sanki ayna bir cam işçisi tarafından götürülüp sırlanmış, tekrar geri getirilmiş, zahire ilk defa ışık vurmuş gibi; görüntü parlak bir netlikle bu camın üzerinde ayan beyan görünüyordu. Kendi vücudunun zahiri yansımasını bir aynada ilk defa görmek nasıl bir his ise bebek de işte bu şaşırmayı hissediyordu.
 
Bebek hayretle annesinin vücuduna baktı, ayaklarına baktı, bacaklarına baktı. Aşağıdan gördüğü bu uzun bacaklar kendisine ait değil miydi? Gövdesini saran bu kollar bebeğin kendi kolları değil miydi? Bebek baktı, baktı... Annesinin kucağındaki kendi minik ve zayıf vücudunu ilk defa gördü. Bakışları yukarıya doğru çıktı, annesinin boynuna baktı, çenesine, yüzüne, gözlerine... Sonra kendi gözlerini gördü. İki ayrı çift gözü farketti. Annesinin vücuduyla yek vücut olduğunu zanneden bebek için gözlerinin de ayrı olduğunu görmek en kötüsüydü. Demek ki annesi bebeğin baktıklarına bakmıyordu. Bebek annesinin gördüklerini görmüyordu. Zahirdeki surette iki vücudun da sınırları net bir biçimde çizilmişti. Etrafındaki evrenin her yanına kılcal damarlar gibi yayıldığını; evrenin ta kendisi olduğunu zanneden bebek, annesinden ve etraftaki diğer her şeyden ayrı bir beden olduğunu bu görüntü ile farketmişti. Bu farkedişle birlikte hasret dolu derin bir nefes aldı. Çünkü bu farkediş ayrılık demekti. Bebek çok üzgündü ancak size bu üzüntüyü anlatmak isteseydi hiçbir şey söyleyemezdi. Çünkü bebek için söz henüz icat edilmemişti.
 
Parçalanma / Umut
Bu ayrılıkla birlikte bebeğin ve etrafındaki her şeyin arasında büyük bir yarık açılmıştı. Kendisini bütün olarak gördüğü o ilk anda, tam kalbinde olduğunu zannettiği tek bir evren parçalarına ayrılmıştı. Büyük bir patlama olmuş, ayna parçalarına ayrılmış; her zerresi koca evrenin her yanına dağılmıştı. Aslında bu patlama bir yıkım demekti bebek için. Gerçekte zaten yalnızdı, ayrıydı, başka birisiydi, tabiattaki bütün eşyalar gibi ötekiydi ve fakat asıl mesele bunu görmenin gerçekleşmesindeydi. Bebek artık aynalar arasında sıkışmış bir elma gibiydi. Elma olmasında bir mahzur yoktu, evren bunu biliyordu ve fakat asıl mesele elma olduğunu kendisinin farketmesiyle böylece başlamıştı. Milyarlarca ayna ona elmalığının sadece bir zerresini gösterecekti. Bu yüzden kendisini hep bir başkasında görmek isteyecekti. Bu, ayrılık ve kederin yanında bir gün kendisini bütün olarak görebilme umudunu da yanında taşımaktı. Büyük patlama ve yıkıma rağmen bu umut onu yolda tutacaktı.
 
Aslında bütün bu olaylar batında gelişmişti. Zahirde bütün görünen suretinin aksine, batındaki bu parçalanmışlığı bütünleştirmek için uğraşacaktı ve hayatı boyunca her ne yapacaksa aslında bunun için yapacaktı. Aynalardan batındaki çekirdeğe gidecekti. Çünkü çekirdek bütün bir evreni içinde barındırır. Batındaki çekirdeğe gidecek umut için hatırlaması lazımdı. Hatırlamak için aynadaki surete her defasında o ilk zamanki gibi bakması gerekliydi. Aynadaki surete her defasında ilk defa bakmak demek farkediş demekti. Her farkediş bir ayrılık, her ayrılık bir vurgun, her vurgun yeni bir doğum, her doğum erken gelen bir doğumdu.

(*) Film: Le Locataire (Kiracı) Yön: Roman Polanski. Fransa, 1976.
Roman: Le Locataire Chimerique (Hayali Kiracı) Roland Topor. Fransa, 1964.

nazlikalkan8@gmail.com