Rekabet, Çıkar ve Özgürlük


Yeşim Tuba Başaran
Kime sorsanız haksızlığa karşı, kimse sorsanız özgür olmak istiyor. Yine de siyasetin rekabet, güç kavgaları ve çıkar üzerinden yürütülmesine şaşıran, bu gidişi değiştirmek isteyen çok az insanla karşılaşıyoruz. Kime sorsanız dışlanmaktan hoşlanmıyor, insanların bencilliklerinden rahatsız, acı çekmek istemiyor. Yine de her köşe başında kötülük, nefret, zulüm.

Ülkemizde siyaset; ölümler, tehdit ve korku üzerinden yürütülüyor. İdeallerinin temelinde özgürlük, eşitlik, adalet gibi kavramlar yatan, etki alanı küçük siyasi ekipler bile, kendilerine boruları ötecek mevkiler bulup minik hükümdarlıklar kurabiliyorlar. Özgürlük, eşitlik ve adalete giden yolun, büyük iktidarların kullandıklarına benzer yöntemlerle etki alanlarını genişletmekten geçtiğini düşünüyorlar. Sorunun mevcut siyaset yönteminde olduğunu düşünen çok az, özgürlük için farklı siyaset yöntemleri arayışında olsa dahi bunu hayata geçirebilen ise yok denecek kadar az. Rekabetten vazgeçmek, kendinden önce başka varlıkları düşünmek enayilik, en nazik ifadeyle iyiniyetlilik olarak algılanıyor. Enayilik ve iyiniyetliliğin ise “çıkar çatışmasında gücü gücüne yetene” kuralının işlediği siyaset arenasında hiç yeri yok.

Siyasi ekiplerin etki alanları ve güçleri genişledikçe daha da acımasızlaştığına tanık oluyoruz. Siyaseti bir zamanlar var olmak, kendilerini gerçekleştirmek için yapıyor bile olsalar, çıkar ve şiddete dayalı mevcut siyaset yöntemini sorgulamadan büyüdükleri için, bir zaman sonra siyasetlerinin amacı kendilerini gerçekleştirmek yerine mevcut iktidarlarını korumaya dönüşüyor.

Özgürlük istiyorsak, var olmak istiyorsak, şu kısacık ömrümüzü etrafa baktığımızda anlamlar bularak, yani boşa geçirmedim diyerek, her anını hissederek, çevremizle birlikte kendimizi de büyüterek, müthiş maceraları sadece kitaplarda veya filmlerde değil doğrudan kendi hayatımızda deneyimleyerek yaşamak istiyorsak, siyaseti rekabet ve çıkar yerine başka değerler üzerinden kurmamız gerekmiyor mu?

Carol Cohn 1993 tarihli “Savaşlar, Ödlekler ve Kadınlar” isimli makalesinde savunma uzmanlarının ve uluslararası savaş siyasetinin cinsiyetli söylemini tartışıyor. Yazısında “erkeklerin saldırgan, kadınlarınsa barışçıl” olduğunu iddia etmiyor. Ancak atanın erki üzerinden yürüyen, kadınlarınsa genelde mal veya hizmetkâr olduğu toplumsal yaşantımızın belirleyicisi olan cinsiyet kavramının sadece bedenlerimiz üzerinden değil, söylemlerde de etkin olduğunun altını çiziyor. Kadına ve erkeğe atfedilen değerler kümesini “akıl bedenin, kültür doğanın, düşünce duygunun, mantık sezginin, nesnellik öznelliğin, saldırganlık pasifliğin, çatışma uzlaşmanın, soyutlama ayrıntılandırmanın, kamusal özelin, politik kişiselin... zıddıdır,” diye açıklıyor ve devam ediyor, “Bütün öneklerde ‘zıtların’ ilk terimi erkekle, ikincisi ise kadınla ilişkilendirilir. Her örnekte, toplumumuz birinciyi ikinciden üstün görür.” Cinsiyetler üzerinden yürüyen bu simgesel üleştirmenin, siyasette de doğrudan karşılığını bulduğunu söylüyor. Siyasetin, cinsiyetlerimizden bağımsız olarak, bu ikili sistemdeki ilk değerlerle örtüştürüldüğünü, siyaseti beden, doğa, duygu, sezgi, öznellik, pasiflik, uzlaşma, ayrıntılandırma, özel ve kişisel kavramlarını dikkate alarak ve onlara değer vererek yaptığımız durumda “kadınlaştırılarak” siyasetin dışına itildiğimizi anlatıyor.

İktidara karşı varolmanın yolunu, bebekliğimizden beri mikro ve makro iktidarların bize öğrettiklerinden farklı çizemiyoruz. “Onların” savaşını durdurmanın yolunun “bizim” barışmamızdan geçtiğini göremiyoruz. Çünkü devasa iktidarlara karşı bilenip çözüm üretmeye çalışırken, ortaya konan kurallar çerçevesinde onlara karşı gücümüz yetmeyeceği için, hasbelkader oluşturduğumuz gücümüzü benzerlerimize karşı kullanıyoruz. Var olmanın bu halini kendimize yeter buluyor, ne kadar çok bağırırsak o kadar güçlüyüz, sanıyoruz.

Oysa başka bir siyaset mümkün. Siyasetin temelini çıkara değil herkesin kendini ifade edebileceği ortamlar yaratmaya dayalı kurarsak, süreci rekabete değil paylaşım ve dayanışmaya dayalı kurarsak, eleştirileri bizi yok etmek, küçük düşürmek isteyenlerin saldırısı olarak değil, gelişmek için fırsat olarak görürsek, sadece dahil olduğumuz değil özgürlük için mücadele eden tüm siyasi ekipleri kendimizden sayarsak, zemini teorik aklın yanısıra bireylerin ve toplumsal grupların, duygularının var olmasına da imkân veren bir yer olarak tarif edersek, çatışkının çözülmesi için karşı tarafın varlığını, geçmişini ve deneyimini dikkate almayı zayıflık olarak tanımlamazsak, siyaset toplumsal düzeyde ifade bulan bir çalışma iken bireylerin yaşam deneyimlerinin siyasetin büyük ve iddialı halinden azade yaşanmadığını, kişiselliklerin de siyasetin gündemi olduğunu kabul edersek, yani konuları politik ve kişisel olarak ikiye ayırmak yerine, bir kişinin hayatına değen her tür konunun siyaset ve toplumsal yapılarla ilişkili olduğunu görür ve her şeyin politikayla bağlantılı olduğunu farkedersek, mevcut siyaset yöntemine meydan okuyabiliriz.

Çeşitli siyasi merkezlerde birikmiş iktidarın toplum tarafından geri alınmasını, tüm bireylerin güçlenmesi ve kendini var etmesini, demokratikleşmiş ve toplumsal barışı her gün yeniden kuran bir toplumsal hayatı hayal ediyorsak, mevcut siyaset yönteminin eril özelliklerini sorgulayıp dışarıda bırakılan dişil niteliklerin de sürece dahil olmasını sağlayacak yöntemler bulmamız gerekiyor. Bir etkinlik fikri geliştirirken, etkinliğin yöntemlerini kurgularkan, söylemini oluştururken, toplumu bu alana davet ederken çalışmamızın tüm aşamasında kendimizi merkeze koyarak toplum karşısında güçlenecek bir yer olarak görmemeliyiz. Yaptığımız çalışmaların süresince ve sonucunda toplumun güç kazanması, kendine ifade kanalı bulması temel amaçlarımızdan biri olmalı. Özgürlük için verilen mücadele sadece bizim güçlenmemiz anlamına gelmemeli. İçinde güçleneceğimiz ve var olabileceğimiz alanın oluşmasına katkı sunarken, kendimizi de değişmeye ve sorgulanmaya açık kılmalıyız. info@kargamecmua.org