Tansu Özel

Yesek, yesek, ne yesek?


Eda Çizioğlu

Latin Amerika’dan ikinci kısım tekmili birden başlıyor.
 
“Yediğin içtiğin sana kalsın, sen gördüklerini anlat” şeklinde güzide bir yaklaşım vardır ülkemiz sınırlarında. Ancak koca kıta geçilmiş, yenilenler ve içilenler üzerine iki kelam edilmemiş bir anlatım, hele ki konu Latin Amerika ise bir hayli eksik olur.
 
Bizimki gibi oburesk bir ülkeden giderken genelde ebeveynlerimizin yaklaşımı “Aman evladım, ne yer, ne içersiniz, aç kalmayasınız oralarda” şeklinde gerçekleşse de baştan belirtmek isterim Latin Amerika’da Türk tadı peşinde koşmazsanız aç kalmanız olası değil. Yeniliklere açık olalım, yiyelim içelim arkadaşlar. Bizim ekibin 2 kişiden oluştuğunu belirtmiştim, ekibin erkek kısmı hayatını yemeğe ve içmeğe adamış olduğundan bütçemiz elverdiğince yol boyunca bitimsiz bir Gurme arayışına da girmiş bulunduk.
 
Hadiseye Meksika’dan başlamak istiyorum. Meksika ülkemiz sınırları içerisinde acısı, fajitası, tekilası ve Mariachi’si ile bilinse de, bizim kalbimizde tacho ve nacho biraderleri ile ayrı bir yer tutuyor. Tacho da nacho da benzer şekilde mısırdan yapılıyor, zaten Meksika ülke sınırları içinde mısırdan yapılmayan herhangi bir şeye rastlamak aya ayak basmak kadar zor. Sayın tachoyu fındık lahmacun büyüklüğünde dürümler olarak tarif edebiliriz. Asıl olay ise bu dürümsü şeyin içine yerleştirilen türlü karışım. İster et, ister sebze, ister tavuk ya da bizim gibi hiç İspanyolca bilmeyince listeden ismi en çok hoşunuza gideni söyleyip sıra sıra denemek kısa yoldan tachoyu tanımak için en ideal yol. Sokakta satılanlar Eminönü’ndeki “3 lahmacun 3 TL” modeli olduğundan onlara pek bulaşmayıp, daha ziyade, mercado adı verilen kapalı pazar yerlerindeki herhangi bir tachocuya girip deneme atışına başlamakta fayda var. Mercadolar zaten başlı başına bir eğlence; bir sürü meyva satıcısı, illaki bir kısım dilenci ve sıra sıra açık mutfak önüne bar taburesi konuşlandırılmış büfemtrak dükkânlar. Bu dükkanlarda tacho dışında olmazsa olmazlar; Sopa de Azteca, farklı varyasyonlarda tavuk ve acayip meyve suyu karışımları. Sopa de Azteca, Aztek Çorbası olarak Türkçeleştirebileceğimiz bir ürün. Tavuk suyuna, soğan domates, avocado ve tortilladan –bu da bir tür kızarmış mısır cipsi- oluşuyor. Farklı lokantalarda farklı varyasyonları –domatesi çıkar, sarımsak koy- olsa da epey leziz.
 
Nachoya gelecek olursak, nacho aslında bildiğimiz mısır cipsinin bir boy daha büyüğü. Formu üçgen, böylece daha fazla sos almaya olanak sağlayan bir kaşık görevi görebiliyor. Ama asıl olayı yanında gelen soslar. Meksikalıların guacomole bizimse “Allahım bu ne lezzet,” diye adlandırdığımız sosun ana içeriği de bu topraklarda mısırla beraber en sevilenler listesinde zirveye oynayan avokado. Ayrıca soğan, sarımsak, domates, limon ve kişniş bulunuyor. Evde yapmak isteyenlere tavsiye mümkün mertebede yumuşamış ve diğerlerinin bu sebepten kıyıya kenara bıraktığı avokadolardan seçmeleri.


Meksika gerçek bir yeme içme cenneti. Farklı şehirlerin kendilerine has yemekleri de oluyor. Bizim gördüğümüz Meksika şehirleri içinde en hastası olduğumuz Oaxaca, misal bu şehirlerin en bilineni. Birtakım politik açılımlarla da dünya üzerinde önemli bir yer işgal eden şehrin olayı mole diye adlandırılan ve tavuk, et gibi hayvandan mamul yemeklerin üzerine konulan bir sos. Sos içeriği neden oluşuyor çok emin olmamakla birlikte kahverengi ve hafif acımtrak bir tadı olduğunu söyleyebilirim. Her ne kadar ben çok beğenmesem de bilumum turistler paket paket mole istifileyerek yollarına devam ediyorlardı. Oaxaca’da çikolata ve mezcal de diğer yerli gurme tatlar olarak öne çıkıyor. Çikolata bildiğimiz çikolatanın daha fazla kakao oranına sahip şekli, tat olarak bana çocukluğumun sagra speciallerinde satılan hafif yağlı çikolatalarını anımsattı. Mezcal ise 40 derece alkol oranına sahip gayet vurucu bir içki. Farklı dükkânlara girip tatma bahanesi ile 3 tane minik shot attığınızda tüm gün başka bir şey içmeye gerek kalmaksızın neşe içinde geçiyor. Mezcal’in içinde farklı meyvelerin olduğu tuhaf varyasyonları da var ancak asıl makbul olanı saf olanı. Kendisi saf hali ile aynı tekila gibi tuz ve limonla içiliyor.
 
Meksika denilince tekiladan bahsetmeden geçmemek gerekiyor tabii ama tekila beni fena yaptığından kendisine hiç bulaşmış değilim, dolayısıyla sadece her markette ve barda enva-ı çeşit tekila olduğunu söyleyerek bu bahsi kapatıyorum. Fajita ise sanırım ülkenin ABD’ye yakın bölgelerinde mevcut, zira biz 5 hafta boyunca tek bir menüde dahi fajitaya rastlamış değiliz. Tabii bu bizim eşekliğimiz de olabilir.
 
Meksika’dan sonraki durağımız Guatemala. Yemek konusunda özellikle altı çizilecek herhangi bir şey olmasa da, rahatlıkla pizza, tacho ve tavuk türevlerine ulaşmak mümkün. Tavuk zaten taa Arjantin’e kadar kıtanın resmi yiyeceği, farklı şekillerde pişiriliyor. Diğer resmi yemek de doğal olarak pilav. Kıssadan hisse Arroz+Pollo kelimelerini öğrenince ülkeler boyu aç kalınmıyor. Guatemala’da yemek olmasa da her sabahı dünyanın en güzel gününe çeviren bir kahveleri var ki Kolombiya, Brezilya kim gelirse gelsin, tek geçerim.
 
“Yemekte aşk olduğunu keşfettim başka hiçbir yerde kalmamış olsa da,“ diyen Hemingway’in Küba’da nasıl yaşadığını merak etsem de sanırım cevabı geçen yazıda da kısaca bahsetmiş olduğum Daiquiri. Küba’da yiyecek hiçbir şey yok. Halk için durum zaten –evet herkes eşit olarak aç- pek parlak değilken, biz orta kademe parası olan turistler için de durum pek değişmiyor. Market olduğu iddia edilen 5-6 çeşitten fazla ürün olmayan yerlerden makarna ve buzhane tavuğu alarak evde kendi kendinizi beslemeye çalışmak yerine, restorana gidecek olursanız ton balığını kabından çıktığı gibi tabağınıza koyup yanında başka hiçbir şey olmaksızın ton balığı salatası olarak sunabiliyorlar. Pilavın üzerine yumurta kırılıp yanında kötü pişmiş etler de yemek alternatifleri arasında. Ama bütün bunların hiçbir önemi yok Küba’da. Çünkü her yerde Rom var. Romdan yapılan bilumum kokteyl, her köşe başından taşan müzik, piyano bara gidip Mojito, jazz barda Cuba Libre, Hemingway’i anmak için gidilen başka birinde Daiquiri içerek açlığınız gayet güzel bastırmanız mümkün. Daiquiri şeker kamışı suyu sıkılarak yapılan bir içki, bunun için her barda özel bir sıkma aleti var, Hemingway Müzesi’nin bahçesine ise devasa bir makine koymuşlar. İçine rom, limon ve buz koyup karıştırmak kafi geliyor. Daiquri içmeyin meyve yiyin durumunda ise yekten şeker kamışını yemek gerekiyor.
 
Küba’dan sonraki durağımız Kolombiya. “Ekmek bulamıyorsanız kokain tüketiniz,” dememi bekliyorsunuz değil mi? Gramının 5 dolara satıldığı bilgisine sahip olsak da biz hiç karşılaşmadık. İlgililere, asıl ticaretin bizim gitmemiş olduğumuz ülkenin kuzeyinde, Karayip kıyılarında döndüğü söyleniyor. Kolombiya da yeme içme açısından pek zengin bir coğrafya değil ancak akıllara ziyan türlü türlü meyveleri var. Daha önce hiç görmediğimiz, tatmadığımız, dahası adını dahi duymadığımız bir sürü meyveye ev sahipliği yapan bu güzide ülkeye birbirinden lezzetli meyveleri için yılın dört mevsimi gidilebilir.
 
Ekvator, Bolivya ve Peru’da da ağırlıklı olarak tavuk imparatorluğu devam ediyor ancak Peru’da istisnai bir durum mevcut. Mucizenin adı ceviche. Çiğ balık. Farklı balıklardan ve kalamar, karides gibi diğer deniz canlılarından yapılan ceviche ile ilk olarak Meksika’nın Karayip kıyılarında karşılaşmış ve kendisini pek sevmiştik. Yoğun tüketimimizi ise olayın asıl icadı olan Peru’nun sahil kesiminde gerçekleştirdik. Bir uçtan diğerine çöl olan Peru’da çölün sonu okyanus olduğundan bu arkadaşlar diğerlerinin aksine balık tüketiyorlar ancak gene de kısıtlı sayıda. Ceviche ile ilgili kilit bilgi ise yapıldığı gün ya da hemen ertesinde yenilmesi gerektiği, aksi takdirde midede ciddi bir erozyon yaşanabildiği. Bizim gibi az miktarda İspanyolca bilenlere önerimiz kalabalık yerleri seçmeleri, böylece sirkülasyonda bozuk ürüne rastlama riski de azalmış oluyor.
 
Gelelim Şili ve Arjantin’e. Şili’de depremsel nedenlerle kısa kalsak da et ve mangalla yeniden buluşmamız Şili Patagonya’sında gerçekleştiğinden kendilerini es geçmek olmaz. Şili’deki ilk gecemizde hostel sahibimize “Türk’ün ata sporu mangaldır” dersi vermeye çalışırken abinin kendine has formülü ile 2 dakika da yaktığı mangal sonrasında gelişen yakın arkadaşlığımız 2 kafeden fazlasının olmadığı mini mini bir şehirde 5 gece her akşam mangal+şarap ikilisi ile son buldu. Etin bu denli ucuz ve leziz olduğu topraklarda artık yeşillik görmek istiyorum çığlıkları atsak da bir boş gün verdikten sonra gene gözümüz Parillacılarda –mangal da her türlü et pişiren restoranlar- kalıyordu dersem siz durumu anlayacaksınız.
 
Eğer ki etperver bir şahıssanız ilk durağınız Buenos Aires olmalı. Buenos Aires gerçek bir et cenneti. Şehrin muhtelif bölgelerine yayılmış onlarca restoranda, en küçüğü dev bir kalıp beyaz peynir boyutundaki hayvanın sırtı, bacağı, kolu, omzu dört bir yanından çıkardıkları ve farklı tatlara sahip etleri, her tip sakatatı, chorizo olarak adlandırdıkları özellikle mangal üzerinde en şarküteri sevmezleri bile baştan çıkaracak sosisleri yedikçe yiyesi geliyor insanın.
 
Yanında tabii ki olmazsa olmaz bir şişe, iki şişe, beş şişe, içebiliteniz olduğu kadar şarap. 
 
Üzüm değil, şarap !
 
Gelecek ay bu kadar yemeği nasıl erittik biraz da ondan bahsedeceğim, görüşmek üzere…

polente@gmail.com