OBURİK ASABİYE


Anıl Mert

1.
Özellikle lojmanlarda kalmış her memur çocuğunun yaşadığı en keyifli anlardan biri; erzak alışverişi zamanı. Ortalıkta AVM’lerin esamesinin okunmadığı, pazarların sentetik tişört ve iç çamaşırlardan çok meyve, sebze ve yeme içme ürünleri sattığı vakitlerdi. Belki yıllarca hormonun hasını yemiş olsak bile kimse bu konuyu konuşmazdı. Aslında tadı güzelse, kanserojen olması çok da önemli değildi. Sonuçta tadı güzeldi.
 
Erzak zamanında üç kardeş, cumartesi günü, anne baba eşliğinde Eminönü turu atar, şimdiki gibi gram ile değil, her şeyi kilo ile alırdık. Buzdolabında birkaç milimetre yer bulamazdınız. Ertesi gün, mis gibi şarküteri ürünlerinin kokusu –o zaman daha bir gazete olan- Milliyet ve Güneş’in taze kağıt kokularına karışırdı. Bugünkü gıda tüketim ürünleri daha iyi olsa neden o tadı özleyeyim.
 
2.
Büyüdükçe yemek yemekten zevk alırken malzemelerin tek tipleşmesi nasıl açıklanabilir. Binlerce ürünün arasında kaybolurken aslında birbirinden farkı olmayan paketler galerisinde geziniyoruz. Haydarpaşa limanındaki konteynırlar gibi; onlarca renk, sürüyle logo ama hepsi dikdörtgen metal. Seksenler ile gelen korkunç değişim, ürün artışı, doksanlarda kendini monoton tatlara bıraktı sanki. İkibinlerde batıya uyum politikalarımız o çok kültürlü, yaratıcı tatları  iyice sıradan hale getirdi. Belki de kabahati hammaddede bulmak çok ayıp olmaz. Kendi toprağında, kendi ışığı ile yetişmiş meyve, sebzenin sırf daha ucuz olduğu için ya da birilerinin cebini doldursun diye tohumlarını melezleştirmek, ithal etmek son yirmi yılın klasiği. Tutuculuk gibi gözükebilir ancak doğduğumdan beri bana verdiğiniz tatları, hâlâ üretebildiğiniz halde sırf daha fazla kar için elimden almanız bence neredeyse insanlık suçu. Çünkü yaşamak için yemem lazım. 1984’te (umarım) yaşamadığımıza ve tek tipliğe halen (tekrar umarım) boyun eğmediğimize göre bana bunu vermek zorundalar. Tüm o teri temelde öncelikle bir şeyler yemek için döküyorsam ve o yorgunluğun karşısında azıcık bir maddiyat ile en azından yediğim ile kendimi mutlu etmeye çalışıyorsam, izin verin de buna karşı çıkayım.
 
3.
Alüminyumlara sarılı, bol koruma kalkanlı bir çikolatanın enfesliği değil, daha çok ağzı hafiften yakan, kokusu 15 metreden alınan kıpkırmızı domatesin veya üç gün kokusu geçmeyen koskoca tavuğun kokusu. Sarı ve katı Vita’ları ekmeğin üzerine tuz-karabiber ikilisi ile sürüştürürken, damarlarımızda oluşacak tıkanıklığı da pek kafaya takmazdık. Yanlış mı yapardık bilmiyorum. Tek bildiğim hayatımın ilk yirmi yılında yediğim standartlar dışı besinlerin beni hiç hasta etmediği.
 
Zamanımızın temiz, tertipli fabrikalarından çıkan sağlıklı besinlerin tüketimini, ilaç tüketen kafamızla aynı kefeye koyuyoruz. Sağlıklı besinler, sağlıklı ürünler, organik lagalugalar, ithal güzellikler.  Ben mi yanlış hatırlıyorum yoksa bunlar olmadan önce karnım daha mı huzurlu doğuyordu. Pazardaki kokuşuk peynir reyonundan aldığım peynirden hiç zehirlenmedim. Büyük ihtimal o zaman yediğim sosis veya sucuklarda daha çok et vardı. Sabahları büfelerin yakınından geçerken streçleri açılan şoklanmış dönerleri değil şişe döner etini ve kuyruk yağını dizen ustaları görürdüm. Şimdiden söyleyeyim bu geçmişe özlem yazısı değil. Sadece ağzına verilen ballı emzik bitmeden ondan alınmış bir oburun iç geçirmeleridir.
 
4.
En büyük hayallerimden biri belgeli bir obur olmak. Evimin, ofisimin duvarına kocaman “Bu Adam Onursal Oburdur” yazan altın çerçeveli bir sertifika. Belki arada kafam kıyakken cüzdanımdan çıkarıp duracağım bir kartta olabilir. Obezlik değil, oburluk. Tada ulaşmayı zorlaştıran, yücelten, topraktan çıkanı mücevher diye kandıran gurmeliğe alternatif bir unvan mesela. Eğer olsaydı yukarıda anlattıklarıma daha çok güvenirdiniz belki.
 
5.
Artık bazı şeyleri düzeltmek için geç kalınmış olabilir. Ama olsun önümüze bakalım. Eğitim hayatımız boyunca yaşadığımız ülkeyi kendi kendini doyuran ülke diye övüp durdular bize. Sevindik, yabancılar karpuzun dilimine 10 dolar verirken biz o paraya pazar arabasını dolduruyoruz diye gururlandık. Şimdi uzun süredir bambaşka sebeplerden ve anlaşılmaz piyasa şartlarından pahalı olan ete müthiş bir alternatif bulduk. Artık hepimiz pirzola yiyebileceğiz çünkü onunda hazırını getiriyoruz. Uçak yolculuğundan strese bulanmış gariban büyükbaşlar, protein ihtiyacımızın kurtarıcısı olacaklar. Yaşasın. Bizim büyükbaşçılarda artık çiftliklerini tatil köyü falan yaparlar. Zaten o ahıllar filan kötü kokuyordu. Bakın mısırları da aynı şekilde getirmiştik, şimdi her yerde var üç kuruşa değil mi? Bu arada Et ve Balık Kurumu’nun güzelim tertemiz ürünlerini hatırlayan var mı?
 
6.
Ne milliyetçilik ne de ulusalcılık. Batı bizi sömürüyor, değerleri yok ediyor laflarını hiç etmeyeceğim. Biz kendi kendimizi, kendi özgür irademiz ve kullanmadığımız vatandaşlık haklarımız sayesinde yokluğa, hiçliğe, fakirliğe ve açlığa yönlendiriyoruz. Hızlıca birinciliği kaptığımız tüm güzel alışkanlıklar gibi yakın zamanda biz de obezler krallığına giriş yapacağız. Torunlarınıza, yeğenlerinize, çocuklarınıza ve küçük kardeşlerinize dikkat edin. Aslında mümkünse arada biraz evde yemek yapmayı deneyin ki malzemenin değerini bir daha anlayın…
 
7.
Sonunda birbirimizi yiyeceksek yaşamanın ne anlamı kalır ki? 

info@kargamecmua.org