Salzburg,1999. gerçekten yaşanmış bir sofra komedyası…

Burak Bayülgen

  1. Handel de sofra muhabbetlerine düşkünmüş…

  2. Domuz eti hayatta yemem, kuzu ve koyun eti de yemem ben. Tavuğun da sadece göğsünü yerim. Salzburg, 1999.

Şak, şak, şak (biz mağaradan geldiğimiz için sanatçılar içeri girince alkışlamamız gerektiğini bilmeyiz diye düşünüyor herhalde kapıdaki kadın). Yani bu ses kadının ellerinden geliyor.
Şak, şak, şak…  Bu da bizden…
Kapı ardına kadar açık. Programı dağıttılar mı hatırlayamıyorum, tam da klasik dönem giysileri üzerindekiler… Viyolonsel tarihi, cilalanmış, ilaçlanmış kurtlara karşı… Yine de ben programdan ziyade mönü arıyorum kesin domuz eti vardır diye…
Bir gün önce sarayları da gezdim Viyana’da. Şimdi bir Mozart aşkıyla yeniden başladığım yerde Salzburg’dayım. Tavandan yere kadar iniyor avize. O gün Mozart’ın doğduğu evi de gezdim. Klavsenini ve kemanını gördüm.
Herkes kapıya bakıyor ve içeri giriyorlar, tam da klasik dönem giysileri üzerindekiler… O zamanlar henüz sigara içmezmişim, burası da bir jazz cafe değil zaten, saray yavrusu bi kere… Şarap verecekler herhalde…
CV’im şimdiden kabarık. Daha o yaşta bir sürü Mozart aryasını bomba gibi söyleyebiliyorum. O zamanlar henüz sigara içmezmişim. Sesim Marianne Faithfull’laşmamış. Kıskandım yine de içeri girenleri çünkü tam da klasik dönem giysileri üzerindekiler… Bir yerlerde okumuştum, Nick Cave, Beethoven’ı Mozart’a tercih edermiş diye. Bana birini seç deseler ölmeyi tercih ederdim. İlk söylediğim parça Beethoven’ın bestesiydi… Türkçe’ye de Sincap diye çevirmişler, daha dün annemizin gibi ama ben orijinal dilinde söylerdim bi kere... Hem çocuk şarkısı falan değil o.
Şimdi yemek zamanı… Sanatçılar salondan çıkıyorlar…
Önceden tedbirliler… Bir anda sofrayı bomboş buluyorsun. Yirmi dakikada tıkıştırıyorsun ana yemeği boğazından aşağı. Ama bir gariplik de var o yirmi dakika içinde, çünkü et kokmuyor, yağlı da değil, Türkiye’de kuzu eti kokar diye kebapçıya bile gitmeyen ben Salzburg’da neyin etiyse artık tıkıştırıveriyorum… 20 dakikada. Belki kuğu etidir.
Şak, şak, şak yine…  Ne kasvetli bir kadındır bu… Bu sefer içimden geldiği için şak şak şak
İçeri giriyorlar, tam da klasik dönem giysileri üzerindekiler… Viyolonselist bayan gülme krizine tutuluyor çünkü tam da klasik dönem giysileri üzerindekiler ve taburesine oturmak isterken kafasını küüüüüt duvara çarpıyor. Doğruya doğru, bir keresinde herkesin önünde (ille sahne değil yani) piyano çalarken bütün parçayı unutmuştum. Ama hata parçada, kaç kere daha o parçayı çalmak istediysem (herkesin önünde) unutuverdim. Şimdi evde piyanonun başına geçince de hatırlamıyorum.
Opera söyleyen arkadaşlarım kendilerini bir şey sanırlardı… “Allah bana ses vermiş,” derler, sonra beş parmaklarını gösterirler, bak biz bir elin parmağını geçmeyiz diye. Ama ilk bakışta şarkıcı olduklarını anlarsın. Nasıl mı? Boyunlar diktir. Boğazları üşütmesin diye de her mevsim bir şalla örtülüdür. Hem onlar Sincap diye söylemişler Beethoven’ı.
İçeri bir adam girdi. Tam da klasik dönem giysileri üzerindekiler. Her masaya yaklaşıyor “wilkommen” gibi bir şeyler söylüyor. Acaba halkla ilişkiler bu kadar ilerledi mi diyorsun içinden (şebek gibi ne sırıtıyorsun demek de geçiyor) çünkü masalar arasında dolanıyor, gülümsüyor, misafirler memnun mu diye bakıyor. Sonra patlatıveriyor bombayı: Şarkının ilk notalarını söylemeye başlıyor. O çocukcağızı giysilerine rağmen tenor olarak çıkaramadım, buradakileri yüz metre öteden tanırım. Endamlıdırlar, sahneye yakışırlar ama kuğu gibi böyle boyun dik, biri köpek bokuna basmıştı bir keresinde bulutlara bakıp yolunu bulmaya çalışırken… (Böyle bir anım yok, bunu yapan bir tanıdığım da yok, uydurdum burasını)
Sonra ben bırakıverdim Mozart’ı ve klasik dönemi… Haydn zaten beni açmazdı ama geçenlerde rüyamda Haydn’ın Surprise senfonisinin icra edilişini gördüm. Bir hikâyesi varmış çünkü… Olgun Barok’tan Handel’e deliririm ama Rönesans müziği en iyisidir bence… Elizabeth ne kadınmış… virginal çalarmış. Ben de birkaç şiiri var. Evet, Elizabeth şiir de yazarmış. Tallis ve Byrd’in eserlerinin notaları Elizabeth döneminde basılmışlar ilk. Elizabeth ne kadınmış. Herhalde tüm çağların en müthiş koral bestesi olan Spem In Alium, Elizabeth’in kırkıncı yaş şerefine yazılmış. Kırk ses için… Sonra ben melankolikleştim iyice… When Shall My Sorrowful Sighing Slack ana temam oldu. Bir de Emma Kirkby söylese bu parçayı keşke…
Şimdi tatlı zamanı… Sanatçılar salondan çıkıyorlar…  Tatlının üzerinde çikolatadan Mozart’ın silueti… 10 dakika…
Şak şak şak…  Ne öyle ne de böyle…
Son bir parça, tenor ile sopranonun masalar arasında cilveleşmeleri ve birbirlerini kovalamaları.
Son bir şak şak şak… Konser bitti. Halbuki bir özlü söz şöyle der: Müzik bitene kadar alkışlama. Ya, işte bu kadın bunu okumamış belli ki… O gece rüyamda ne o kasvetli kadını gördüm ne de o yemekli konsere ait herhangi bir imge. O gece rüyamda birkaç ay sonra Metallica isimli bir metal topluluğunun İstanbul’da ikinci kez konser vereceğini gördüm. Bir sürü Mozart çikolatasıyla döndüm eve… Bir de Cunning Stunts isimli VHS kasetle… Çikolataların hepsini küçük çocuklara ikram edecektim ve okula eli boş dönecektim ki aklıma bir fikir geldi. Endamlı arkadaşlar “gökyüzünden çikolata yağıyor” dediler. Bir iki tanesi kaptı ağızlarıyla. Tam o sırada bir yerlerden Sincap diye bir beste işitiyorum ama kim besteledi unuttum şu an artık ya da bir tarafımdan aşşşağı…
Bu arada adam elitist olduğu için konuşulmaması gereken yerde “Bu Schubert’in eseri,” diyor, Schumann’ın eserine. Değer verdiğin insan senin bildiğin bir şeyi yanlış söylemişse düzeltirsin ama arkamı döndüm ve şöyle dedim hak ettiği için: “Tüüüüü, koskoca Sincap’ı bilmiyorsunuz…” Bakın beyefendi bu gibi durumlara Sincap derler… İtalik yazmadım çünkü artık eser adı niyetine kullanmıyorum.
 
SON

burakbayulgen@yahoo.com