Ayracın Aşkı
Kitaplığın önünde öylece yatıyorum. Hemen yanı başımda bir saat. Bazen gözüm takılıyor ya, saniyesinde içim bir tuhaf oluyor. Hani merak da etmiyor değilim, nasıl oluyor da başı dönmüyor şu ikincilin? Dolap beygiri gibi başı dönmesin diye gözü bağlı da ben mi fark edemiyorum. Ahh-ah! Aklıma Muvakkit Nuri Efendi ve meşhur deyişi geliyor: “saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...”
Ne diyordum, evet saniye, sürekli dönmesinden daha beteri çıkardığı şu bitmek bilmeyen, gerilimli tiktaklar. Huzursuzlanıyorum. Sahibemin gerilim, polisiye okuduğu yılları hatırlıyor, mengeneye kıstırılmış gibi hissediyorum. Malum, kulak göz gibi değil ki, kafanı başka tarafa çevirince duymak belasından kurtulabilesin. Bakışlarımı çevirsem de arkamdan peşisıra geliyor tiktaklar. Aklıma çizgi romanlardaki klişe görüntüler geliyor, gerim gerim geriliyorum:
Gece.
On yedisinde bir çocuk ıssız bir caddede, gün içinde yağan yağmurla oluşan gölcüklere basmamaya dikkat ederek, fakat bazen bunu başaramayarak, yüreği ağzında, aklında bir gece önce okuduğu cümle fanusa hapsedilmiş bir kelebek gibi sürekli kafasında dolanıp duruyor : “başımıza ne geldiyse evimizde rahat rahat oturamamaktan geldi.” Bu cümleyi okurken yazara hak verdiğini, bundan sonra hemen her konuda daha temkinli olacağını kendine salık verdiğini hatırladı ve bu anın üzerinden yirmi dört saat geçmemişken bu saatte sokakta oluşuna küfretti. Caddenin tekinsizliği, içini kemiren korku ve bunlara ek olarak arkasından gelen kunduranın kaldırımda çıkardığı ses...
Yaklaşık iki haftadır burada, hiçbir şey yapmadan, yeni bir maceraya atılmayı beklemek mi, bu döneğin esiri olmak mı, hangisi beni bu kadar sıkıyor anlamış değilim. Oysa başka bir yerde de bekleyebilirdim pekala. Üstelik bu bekleyiş sürecinde son okuduğumuz kitabı hazmetmek, ilk cümleden son noktaya kadar şahit olduklarımızı şöyle bir gözden geçirmek, bu sayede kitap bittikten sonra da kitapla bir müddet yaşamak benim de hakkım. Kitapların hazzına kitap bittikten sonra yapılan geri dönüşlerle varıyorum, diye not düşmüştü defterine maşukam. Onun içindir ki bir sonraki kitaba geçmemiz bir iki haftayı alıyor. Ama dedim ya bulunduğum nokta bunun için hiç de uygun değil.
Mesela iki kat yukarıda, mumların hemen yanı başında... İçinden geçen can ipini yakıp gözyaşlarını akıtarak kendi kendinde eriyip yok olan ve bu yok oluş sırasında âşığını çapı gittikçe küçülen halkalar halinde kendine pervane ederek alevli cazibesine çeken, çekmekle kalmayan ateşiyle onu azaba düşüren mumların yanında...
"Psst..."
Mumların bulunduğu katta, köşeye kurulmuş basınçlı koku püskürten pilli bir bela bu. Yok yok, gösteriş budalası zamazingo ile aynı katı paylaşmaktansa burada tiktaklar arasında beklemeyi tercih ederim. Her beş saniyede yeşil gözünü kırpıp ev sahibinin tercihine göre 36, 18 veya en kötüsü 9 dakika aralıklarla içindekini tepemden aşağı tazyikle pıskırtıyor. Vazgeçtim, istemem o kadar yakın olmayı bu merete. En kötüsü de başımdan geçen maceraları, gelgitleri; tanıştığım, konuştuğum, beni sırdaş olarak belleyen karakterlerimi, karakteri beş para etmezleri düşünürken kendimi hayli kaptırdığım zamanlar oluyor. Öyle ki ilk kez şahit olduğum andakine benzer duygulanmalara kapılırken bu bizim -çok afedersiniz- osuruklu sanki tek güzel koku yayan kendisiymiş gibi “psst” diye aklımı çıkarırcasına hava atıyor. Bir gün yüreğime inerse bu münasebetsiz yüzünden olacak, bu da böyle biline. Dur bakayım... yeşilinin feri gitmiş bunun yahu. Demek ki yakında pili bitecek lenduhanın. Bak buna sevinilir işte. Zaten kaç zamandır azığı da yoktu garibin, hava atayım derken “ha bre” hava sıkıyor.
Hem bilir misiniz, benim de bir kokum vardı vaktinde. Kitaptan alıntı üç beş cümle yazıp miske bulanmış parlak kağıttan üzerime bir esvap geçirmişlerdi. Sonra da Jean-Baptiste'e nazire yaparcasına beni kapağın altına sıkıştırıp kitabı öyle satışa çıkarmışlardı. Ki kokum tüm kitaba sinmişti. Ben ironi diye işte buna derim...
Bizimki Koku'yu okuduktan sonra beni o caniden nihayet ayırmıştı. Sonrasında ise eline aldığı her yeni kitapta beni de konuya dahil etmiş ve neredeyse on yıldır benim işaret ettiğim sayfadan kitaplarına devam etmişti. Bazen tesadüfen kitaplıkta varlık sebebimin yakınında bir yerlere konulmuşsam özümden çoktan uçup giden miskin kokusunu belirli belirsiz Süskind'ten bana doğru geldiğini duyar, böyle zamanlarda evcil ve esaret dolu bir hayat sürerken ormandan gelen çağrıya uyup vahşi güdülerine koşan Buck'ı hatırlayıp inceden inceye titrerim.
Dedim ya artık bende de kokudan eser kalmadı fakat bana mısın demiyor can parem. Bazen burnuna dayayıp öyle derin derin kokluyor ki beni, en dip gözelerimden çekip alıyor miski. Bunu başardığında da gözlerini kapayıp birkaç saniye hülyalara daldığını dudaklarına oturan ifadeden anlıyorum. Tam da böyle anlarda dudaklarının sıcaklığına atıyorum kendimi. O beni kokladıkça ferahlıyor, ben onun dudaklarından harlanıyorum.
Aşk mı? Bu aşktan ne anlaşıldığına bağlı. Schopenhauer “bütün aşk serüvenlerinin son amacı gelecek kuşağın ortaya çıkmasından, yaratılmasından başka bir şey değildir,” diyerek -bizim durumumuzu hesaba kattığınızda- daha ilk cümlede aramızdakinin aşk olma ihtimalini yok etmiştir. Sonra da cinsel birleşmedeki esrime halinin her şeyin özü ve nüvesi olduğunu söyleyerek, belden aşağı vurmuştur Wolverine kılıklı herif. Hiç sevemedim bu adamı. Oysa Stendhal ne hoş bir adamdır. Dört değişik aşk tanımı yapar ki bunlardan biri Heloise'in Abelard'a duyduğu “tutku aşkı”dır. Bu tanım ve atıftan benim aşkımın da pekala “tutku aşkı” olduğunu söyleyebilirim. Bir de şu internet güncelerinin birinde “aşk yer yüzüne de, gökyüzüne de bakmaktır,” diye bir şey okuduğunu ve alıntılar defterine not ettiğini hatırlıyorum; anlamı muğlak da olsa kulağa hoş geliyor... Hıh... Schopenhauer'miş, o gitsin de Nietzsche'nin bıyıklarına badem yağı sürsün.
Fakat bizimkinin bir huyu var ki olsaydı eğer midem ağzıma gelir, kan beynime dolardı. Diyelim kitabın çift haneli sayfalarından birinde kaldı, hop yüzümü sola çevirirdi. Bittabi tek haneli bir sayfada kalınca diğer tarafa... Bunu o kadar önemser ki, kitabı kapattıktan sonra olması gerektiği gibi yapmadığını söyleyen bir kurt düşerse aklına, geri dönüp kontrol eder; doğruysa derin bir nefes alır, değilse -kıblesini şaşırmış bir mümin gibi ahlanıp- cıkcıklayarak yüzümü doğrulturdu. Bunla da yetinse iyi! Sayfanın aşağılarında kalmışsa filistin askısında ters bekletilen bir mahkum gibi beni saatlerce baş aşağı bekletirdi. Böyle anlarda ise aklıma hapishaneye düşmüş şairler gelir, onlardan dizeler okurdum...
Şşşt, bakın işte geliyor. Nihayet! Gözleriyle kitaplığı tarıyor. Lütfen şöyle neşeli bir şeyler olsun bu sefer. Fuzuli darmaduman etti beni. Bak bahar geldi. Evet evet, neden olmasın; tam da Sait Faik havası düşmüşken toprağa. Olmaz mı? Pekala, ya şu kaç zamandır okunmayı bekleyen Çehov seçkisi? Hadi ama... O da ne?! Lütfen, şimdi değil, Tezer Özlü'yü hiç çekemem. Şükürler olsun... Hey göremiyorum o da ne? Vay, demek “Biraz da müzik,” diyorsun; bence de harika bir seçim çöpteki çiçekler! Ne o, hemen başlıyorsun galiba; otur tabii... Yeni bir kitaba başladığında aldığın yol, sonraki oturuma bir an önce başlamanı sağlayacak kadar bir tat bırakmalı.
Canım ya, ne de güzel saçlarını atıyor öyle:
“saçlarını kuzeye doğru mu tarıyordun sen
ondan mıydı güneyde bir ilkbahar gibi öksüz kalışım”
İşte kalkıyor. Şimdi benim sıram geliyor. Umarım sayfanın ortasını geçmemiştir. Hey, buradayım. Ne arıyor ki çantasından? O da neyin nesi, toka mı? Hah işte beni gördü… Niye öyle bakıyor, ben bu bakışları hiç beğenmedim! Bir elindeki kocaman papatyalı tokaya, bir bana bakıyor... Neyin var kuzum? Şşşt, ne yapıyorsun? Yahu tokanın kitaba iliştirildiği nerede görülmüş! E ama, ama bu bir... Bu bir ataç, hem de kocaman... Yo bunu bana yapamazsın, bunca seneden sonra, o kaba şey benim yerimi alamaz. Hem… hem sayfaların canını yakar o, kitabın ruhunu dağlar. Bak hiç duyuyor mu beni? Hey sana diyorum, nereye gidiyorsun? Yüreğim, yüreciğim... Sevgilim gitme, bak rengim soluyor... nefes alamıyorum. Ter... Off sırılsıklam oldum. Şu anda bir dil altı ilacının prospektüsünü okumaya ihtiyacım var. Sevgilim, gözlerim kararıyor.
Kalbim...
El... “Psst”... Veda.