Kılavuzu Karga Olanın
MERCEK
ÖMER MADRA – ROMANIMLA SANA BIR SES... – EVEREST YAYINLARI
Açık Radyo’nun 20 yıldır yayın yönetmenliğini yapmakta olan Ömer Madra’nın tek romanı 25 yıl sonra tekrar yayınladı. Pek çok kaynakta Türkçe edebiyatın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı (ya da Gönülçelen) olarak gösterilen romanı, lise öğrencisi Oğuz öznesinde (Madra’nın ifadesiyle) gençliğe ağıt ile gençliğe methiye arasında mütemadiyen salınan sallantılı bir asma köprü olarak görebiliriz. Kitabın yeni baskısında ayrıca Madra’nın 30 yıl önce yayımlanmış tek öyküsü de yer alıyor.
“...garip bir ikili tavrın var, ona şaşırıyorum. Hem Hamlet gibi kararsız olduğundan şikâyet ediyorsun ikide bir, hem de, canın istedi mi, öyle çabuk karar alıyorsun ki.”
“Peki bu kötü mü sence?”
SON FECİ BİSİKLET – VESAİRE
2011’deki Son Feci EP’den beri üretimlerine tam gaz devam eden Son Feci Bisiklet’in uzundur beklenen ilk albümü Vesaire çıktı. Daha şimdiden Türkçe’de yazılmış en iyi şarkı sözlerinden biri olan “Bikinisinde Astronomi”yi (ki maalesef albümde yok) cebine koymuş parlak yetenek Arda Kemirgent’in Can Sürmen ile birlikte Ankara’da kurduğu grupta Erkin Sağsen ve Ozan Özgül de yer alıyor. 9 şarkı ve yarım saati biraz aşan süresiyle Vesaire’ye gelirsek, singer – songwriter geleneğine yaslanır görülse de grubun da ifade ettiği gibi iyi düzenlenmiş pop şarkılardan oluşuyor. Albümü kendi imkânlarıyla çıkartan ve internete koyan SFB, yine kendi imkânlarıyla bastıkları CD’leri de isteyenlere yollayacaklarını belirtiyor.
“Siz yine de ona kanmayın / Neye karşı olduğunu bildiğini sanmayın / Belki en güçlü hissettiği yaş...”, “Doğru bildiğin her şeyin yanlışını görmüşün / Üç bacaklı kediler kaç bacak üstüne düşsün / Bunu o mu düşünsün”, “Biraz uyu / Belki geçer / Kafan güzel / Ruhun idare eder” ve “gençlik” dosya konulu bu sayımızın şarkı sözü olarak seçtiğimiz arka kapak şarkımız “Viva la Vadi”de örneklerini bolca gördüğümüz şarkılarıyla hiç böyle bir misyona kalkışmadan kuşağının ruh halini, gündelik meselelerini ifade eden ve bunun karşılığını her geçen gün katlanarak artan dinleyici kitlesiyle bulan Son Feci Bisiklet’in müziğine kayıtsız kalmak zor. Müziklerini tanımlamıyorlar, kafalarına nasıl esiyorsa, kendilerini nasıl ifade etmek istiyorlarsa öyle taklıyorlar, kimse beğenmezse de böyle devam edecekler. Biz de ilgiyle takip etmeye devam edeceğiz.
YAYIN
Mecmuamızın en uzun süreli destekçilerinden ve yazarlarından Zafer Yalçınpınar yeni şiir kitabı Rüzgâr Defteri Oyun Yayınevi’nden çıktı. Yalçınpınar son kitabında “Düşünemediğimiz bir şeyi nasıl olur da anlamlandırırız?” diye soruyor. Zafer’in 2013-14 yılları boyunca Bozcaada ve Marmara (Mermer) Adası’nda kaleme aldığı alegorik anlatımların alan derinliğinde oluşan şiirsel bir metin Rüzgâr Defteri. Yazarlığını biliriz, tanışmadıysanız siz de tanışın isteriz.
FİLM
İnsanın empati yeteneğiyle ilgili en popüler deneylerden biridir: İki ayrı odada iki insan vardır birinin de elinde diğerine elektrik verme yetisi vardır. “Otorite figürünün emirleri vicdanınızla çelişyorsa ne yaparsanız?”a şok edici cevaplar alınır. Stanley Milgram’ın 1961’deki bu ünlü deneyi, 2000 tarihli Shakespeare uyarlaması Hamlet’ten hatırlayabileceğiniz Amerikalı yönetmen Michael Almereyda’nın elinde filme dönüşüyor. Experimenter, Milgram’ın insan doğası ile ilgili bu en ilgi çekici deneyini konusu yaparken, iyi de bir kadro kullanılmış. Peter Sarsgaard’ın Milgram’ı oynadığı filmde, yavaştan bir geri dönüşe imza atmaya başlayan Winona Ryder, Anton Yelchin, John Leguizamo gibi iyi oyuncular var. Ocak ayında Sundance’te prömiyerini yapan film, işin hakkını veriyor gibi gözüküyor.
Alex Ross Perry Amerikan sinemasının adını yeni yeni duyurmaya başlayan yetenekli ismlerinden. Geçen seneki Jason Schwartzman’lı Listen Up Philip ile oyununu yükselten Perry’nin yeni filmi Queen of Earth yılın merak ettiğimiz işlerinden. Mad Men ve 2. sezon haberini de alarak pek mutlu olduğumuz Top of the Lake’ten hatırlayabileceğiniz Elizabeth Moss ile tekrar biraraya geldiği filmde Katherine Waterstone’un performansı da övülüyor. Şubat ayında Berlin’de prömiyeri yapan yapımdan ve Perry’nin kariyerinden umutluyuz. Hadi bakalım.
DİZİ
“Gelmiş geçmiş en iyi dizi hangisi?” diye bir kamuoyu araştırması yapsalar sanırız The Wire cevabını duyma şansı azımsanmayacak bir yüzdede olur. The Wire’ın arkasındaki isim eski gazeteci, yeni dizi yaratıcısı David Simon, ondan sonra da Generation Kill ve Treme gibi saygın işlere de imza attı. Bu ay ise 6 bölümlük yeni mini dizisi Show Me a Hero’yu deneyimleyebileceğiz. The Wire’da da beraber çalıştığı William F. Zorzi’yle yazdığı yapım, 1987-1994 arasında Yonkers, New York’ta orta sınıf sakinlerinin zorunlu “kentsel dönüşüm”e karşı mücadelelerini konu alıyor. Kadro da harika. Yükselen yıldız Oscar Isaacs, Catherine Keener, Alfred Molina gibi ustaların yanı sıra Jim Belushi ve “gene” Winona Ryder iyi bir performans vaat ediyorlar. Amerika’nın sosyal gerçekçilikle imtihanı başarılı geçmemiştir. David Simon yüksek profiliyle bu boşluğu en hakkıyla dolduran isim belki de. Kaçırmayın.
Burada çok büyük yüzdeyle yeni başlayan dizilerden haberdar etmek amacındayız. Ama ara sıra da hali hazır devam etmekte olan yapımlar için bir tazeleme yapmak da fena olmuyor sanırız. 3. sezonundaki Ray Donovan sessiz sedasız yaz aylarının en başarılı yapımlarından biri olarak göze çarpıyor. Konu olarak aslında bize uzak ve çok ilgi çekici olmasa da, başarılı oyuncu kadrosu ve kendini çok ciddi alma hatasına düşmeyen basit yapısı ile kaliteli bir eğlencelik. Los Angeles’ta bir nevi taşeron bir “iş bitiricilik” yapan İrlandalı Ray Donovan’ın ailesi ve yedikleri haltların temizlenmesini ona bırakan zenginlerin arasında hayatta kalma mücadelesini konu alıyor yapım. Liev Schreiber’ı (ki belki de daha popüler olmamasının nedenlerinden biri. Schreiber’da sürükleyici bir başrol cazibesi bulunmadığını söylemek zorundayız) başrolü aldığı yapımda ona çok iyi Jon Voigt ve Eddie Marsan’dan Dash Mihok’a, Elliott Gould’dan James Woods’a harika bir kadro eşlik ediyor.
ALBÜM
Hâlâ ‘70’lerden fenomen müzikler keşfetme şansımzı oluyor ya, ne bereketli dönemler olduğu hakkını bir daha vermeliyiz. John “Smokey” Condon’un hem hikâyesi hem de müziklerini geç de olsa duyabilmek mutlu etti bizi. How Far Will You Go The S&M Recordings, 1973-81 isimli toplama, adından da anlaşılacağı gibi Smokey’nin bu 8 yıllık dönemde ses teknisyeni EJ Emmons ile beraber kotarıp yayınladığı 45’liklerin bir derlemesi. O zamanlarda çok rastlanmayan bir şekilde “açık” gay olması, geleneksel albüm endüstrisi tarafından fazla limitlerde ve anvangard bulunarak sallanmaması gibi etmenlerle belki hak ettiği üne kavuşamadı ama müziği zaten tek başına konuşuyor onun yerine. Lou Reed-vari bir limit zorlamanın üzerine Bowie’nin ‘80’lerde geliştireceği pop’unun öncü örneklerini vermesi, punk’tan önce punk bir tavıra sahip olması, diskodan önce disko gibi belki birçok devasa türün ilk şarkılarına imza atması onun için “öncü” sıfatını rahatça kullanabilmemizi sağlıyor. Harika bir vokalist olması da cabası. Grubunda çok erken kaybettiğimiz Randy Rhoads, The Stooges’dan James Williamson gibiler de çalmış. Zamanında The Stooges’da Iggy Pop’un yerine
geçmesi de düşünülmüş. Valla deneyin, zaman-dışı harikalar var bu albümde.
Zaten müzik dinleyicisinin mottosu olmalıdır bu: “Almansa koy sepete!”. Berlin’li 3’lü Automat aradan bir yıl geçtikten sonra yayınladıkları 2. albümleri Plusminus ile bu sözü doğruluyor. Einstürzende Neubaten’dan tanıdığımız Jochen Arbeit’in yanı sıra Achim Farber ve Georg Zeitblom’dan oluşan üçlü kendi isimleriyle yayınladıkları ilk albümlerinde Lydia Lunch, Blixa Bargeld ve Genesis P-Orridge gibi konuk seslere yer vermişlerdi. Plusminus’da bu durum yok. Gayet sağlam ve modern dub reggae, trip hop havaları ile usta işi. Almanya’da eski bir Nazi havaalanında Ocak ayında 3 günde kaydedilen albümdeki şarkı isimleri ise o şarkılarda kullanılan teknolojik ekipmanlardan alınmış. Gönül rahatlığıyla önerebileceğimiz bir çalışma.
İlk albümlerin yayınlamalarının üzeriden 20 yıl geçti The Chemical Brothers’ın. ‘90’ların en popüler elektronik ikililerinden olan İngiliz grup, yayınlanma araları açılsa da bu 20 yıldaki 8. albümlerini Born in the Echoes’u yayınladı. Hâlâ biraz bile “geçerli” olabilmeleri onlar için başarı sayılabilir. Zamanındaki “rakipleri” The Prodigy ve Fatboy Slim gibi ismler şu anda eski zamanlarının miraslarını yiyip bitirdiler bile. Tom Rowlands ve Ed Simons’a bu konuda daha da saygı duyabiliriz. Ancak Born in the Echoes’u dinledikten sonra artık bir daha “iyi” bir albümlerini dinleme umudumuzu kaybetmeye başlıyoruz. Beck, St. Vincent gibi gayet yüksek profil konuklara rağmen albüm The Chemical Brothers’ın artık hep aynı şeyi yaptığı şüphesini düşürüyor içinize. “Go” isimli şarkıları da buna maalesef en bariz örnek. Tam da elektronik müziğin şahlandığı dönemlerde onlardan ustalık dönemlerine yakışır, çok daha iyi şeyler duymak isterdik. Oysa ki 2007’deki We Are The Night’ı pek beğenmiş ve gidebilecekleri yeni yollar olduğu hissine kapılıp heyecanlanmıştık.