Şimdi düşünüyorum da...
Söyleşi: Volkan Balkan
Bu sene kargART’ta uzun bir aradan sonra gerçekleştirdiğimiz Performans Günleri’nde de yer alan Gizem Aksu’nun “Şimdi düşünüyorum da senin için yok olmak ne zor olurdu.” isimli çarpıcı işini izleyince üzerine konuşmadan edemedik. Futbol topu ve yumurtadan hareketle cinsel roller ve kimlikleri sorgulayan dans performansının bir diğer bileşeni de Ah! Kosmos. Sorguya çektiğimiz isim Gizem Aksu...
Dans ve performasla tanışmanla başlayalım. Siyaset bilimi okumuşsun aslında...Boğaziçi Folklor Kulübü çok etkili oldu. Hem teorik açıdan, hem folklore, sosyolojiye, antropolojiye ve sanata bakışları açısından çok etkileyici oldu benim için. O sıralarda feminizmle tanıştım. Kulüpte dans eden kadınların çoğu femininstti. Feminzimle tanışmak hayatımı değşitirdi diyebilirim. Bedene ve cinselliğe dair kendimle ilgili araştırmalara girdim. Dolayısıyla o dönem benim için Lambda İstanbul, lgbti hareketi, feminizm, beden, arzu, cinellik, kuir gibi, o skalayı başlatan şey oldu. Bedensel aktif bir şeyler yapmaya başladım. Dansta iyi değildim ilk sene. İkinci sene bedenim açılmaya başladı, dans bir tutku haline gelmeye başladı benim için. Dansın sadece fiziksel bir aktivite değil, entelektüel olarak da çok doyurucu bir şey olduğunu fark edince bu alanda yürümeye karar verdim. Dansın sahne sanatlarının en piyasalaşmamış alanı olması ve finansal olarak zorlukları beni düşündürmedi değil ama ikinci lisans olarak konservatuara girdim. Şimdi de konervatuarda yüksek lisanstayım.
“Şimdi düşünüyorum da senin çin yok olmak ne zor olurdu.” otobiyografik bir iş. Futbol topu ve yumurta...
İki, üç şey seçip hayatımı anlatmamı isteseler bunları seçerdim. Çocukken çok ciddi bir futbol hayatım vardı. Sokakta erkelerle futbol oynardım. Futbol rüyamı kesen, yumurtalığımda çıkan kist durumu oldu ve yumurtalığım alındı. O dönemde epey dramatize ve travmatize anlar vardı. Çok ciddi bir hastalık olduğu düşünüldü, sonra öyle olmadığı anlaşıldı falan… Ailede sarsıntı yaratan bir kısmı vardı. Benim için de toplumsal kadınlıkla, kız olmakla yüzleştiğim bir süreçti. Doğurganlığım üzerinden kaygılar yaşandı. Anne olmak, namus meselesi, kadının kırılganlığı, erkek tarafından seçilebilir olup olmaması gibi mevzulara orada aymaya başladım. Hastaneye gelen teyzeler işte mesela börek getiriyorlar: “ Ah kızım, üzülme, tek yumurtalıkla da çocuk oluyor,” ya da “Tüh ya, kısır oldun,” gibi tıbbi olarak bilmeden konuşulan, toplumsal olarak bütün o ezberlerin bana döküldüğü bir ortamdı. Futbolu bırakmış olup bunların içinde kalmak, ameliyattan sonra bir daha futbola dönemeyip, psikolojik ve fiziksel olarak toplumsal kadınlık basamaklarını geçmeye başlamak… O açıdan benim için çok önemli. Sonra üniversiteye gelip, feminizmle tanışıp, lgbt hareketiyle iç içe olduktan, sosyolojide ve felsefede bedenin üzerine düşünmeye başladıktan sonra top ve yumurtaya daha da başka bakmaya başladım. Daha önce çok benim içimden çıkan şeyler, bu sefer benim mesafe almaya başladığım şeylere dönüşmeye başladı. “Şimdi düşünüyorum da…”da ben o mesafeden bakıyorum onlara. Evet, onlar benim hayatımda var, toplumsal bellekte de bazı anlamları ve çerçeveleri getiren objeler ama benim şu an bulunduğum durumda benim için problematizeler. Yaşadığım hiçbir şeyi reddetmiyorum, o aşamaları gösteriyorum ama şu an geldiğim aşamada yumurta, top ve ben; üçü ayrı bir yerde. O topu ya da yumurtayı sahiplenmiyorum, onlarla aslında karşılaşıyorum. 28 yaşında bir insan olarak tekrar yorumluyorum. Orada çok ciddi bir dönüşüm var; dönüşümümün hikâyesi aslında. Çok fazla kendimi erkeklikle ilişkilendirirken bir anda o kadınlığın ortasına düşmem, kadınlıkla ve erkeklikle barışmam, şimdiki noktada bunların da dışına çıkmam gibi.

Finalde “Şimdi! Şimdi!...” diye duyduğumuz sesler arasında sürekli topu yakalamaya çalışan ya da yakalamakla yükümlü birini görüyoruz. Cinsellik üzerinden de okunabileceğini düşünüyorum, ama acaba sen ne düşünüyorsun?
Birçok okuma biçimi var. O bir final ama bitmeyen bir final. Seyirciye bir katarsis yaratıp “Ah, eser bitti,” dedirten bir final değil. Gayet ucu açık. Çoğu insanın belki tatmin olmadığı, ama benim bulunduğum yeri çokça söyleyen bir bölüm. Ben “şimdi”ye takmış durumdayım. Şimdi ve şu an… Bir performansçı olmakla da ilgili olabilir. Bu topraklarda bana öğretilen şeyleri özümsemekte başarılı olmuş bir insanım. Şu an geldiğim noktada, o özümsediklerimin ve kendime ait diye gördüğüm şeylerin aslında bana ne kadar ait olamayacağını, olmadığını, bir kurgudan ibaret olabileceği ihtimallerini düşünmekle birlikte ciddi yüzleşmeler yaşamaya başladım. İşin final kısmı benim için “şimdi!”, yani sadece bu kadar. Orada bedensel olarak “şimdi”yi göğüslemeye çalışmak. Gerçekten hani artık entelektüel birikimim, teorik kafam, gözlemci taraflarımdan falan, epey bunalmaya, sıkışmaya başladığım bir yerdeyim. Teorik bir yerden gelip, konservatuarda pratik üzerindeyim. Bu ikisi birbirini nasıl taşıyacak, nasıl dengeleyecek noktasındayım. İşin sonundaki o “şimdi” görmek istediğim nokta. Şu an ne yaşamam gerekiyorsa onu kendime açmak istiyorum. Bu da dans benim için. Belki hayatla dans etmek gibi; ne getireceğini bilmeden ama açık olma niyetiyle geleni karşılamaya çalışmak. Gelecek projeksiyonundan, geçmişin hayallerinden kurtulmak, şu an neyse onunla yetinmeyi bilmek.
Beden atölyeleri de yapıyorsun. İçeriğinden bahseder misin biraz?
Kişinin kendi bedenini tanıması, bedeniyle yaşadığının farkında olması diyebilirim aslında. Atölyelerin yapısını kurduktan sonra onu sabit bırakmayı seven bir insan değilim. Kendi sorgulamalarıma dair değişimler yapıyorum. Atölyenin içeriğine baktığımızda kesinlikle anatomi var mesela. Gündelik hayatta üstüne pek düşünmediğimiz bir şey bedenin iç mekânı, yani iç beden. Hepimizde ortak gibi görünen şeyler; kemik, bağ dokusu, kan, damar gibi şeylerin üzerine yazılı olanlar, taşıdıkları hafıza hepimizde farklı. İnsanların kendi enerji alanlarını tanımalarını ya da tanışmaya açılmalarını sağlamaya çalışıyorum aslında. Beden diyip geçilecek bir şey değil. O senin bedenin ve bedenin sana ne diyor? Sen bedenine nasıl eşlik ediyorsun, o sana nasıl eşlik ediyor? Bedeninin sana gönderdiği sinyalleri alabiliyor musun, farkında mısın?..
Gözlemlerin neler katılanlara dair?
İnsanlara anatomi gösterince çok heyecanlanıyorlar. İç organlarının, nerede ne olduğunu bilmeyen insanlar var. Bedenin bazı bölümlerine hiç dokunmamış olanlar var. Bu bazen bir korkudan ya da yabancılaşmadan da olabiliyor, bazen de insanını aklına gelmiyor. Öğretilmemiş ya da öyle bir zaman açılmamış. Küçük ayak parmağına, memesine dokunamayan insan var. Tabii ki bunların nedenleri farklılık gösteriyor. Bu insan bedenine bir ölçüde mesafeli. O noktada anatomi çok yumuşak bir giriş oluyor ve insanları çok etkiliyor. Mesela bağ dokularını çalışırken sekiz tane bağ dokusu hattı gösterdim. Bunlar herkeste var ama bir de her bedenin kendi alışkanlıkları, kendi yolları var. Kişinin o yolları bulması çok önemli. O yolları keşfetmeye başladığında, beden, oynayabileceğin, içinde rahatlıkla oturabileceğin bir alan haline geliyor. Bir başkasına ihtiyacın kalmıyor. Mesela bazen çok yalnız hissediyoruz ya kendimizi, o zamanlarda bağ dokularını düşünebiliriz. Öyle bir sarıyor ki, çok güvendesin aslında. Bu çoğu katılımcıyı çok etkiledi. Bedeninin çıplak olmadığı, içinde bir dolu yaşayan organizma olduğu fikri. Aslında çok canlı olduğun, aslında her bir parçanın can olduğu fikri. Bir de, bildiğin şeylerle kaynağa yaklaşmak değil de tersiyle ilgileniyorum bu atölyelerde. Kendinden yola çıkarak o bilgiyi çıkarmak… Bu çünkü çok özel bir bilgi.
Lgbti bireylerle de beden üzerine çalışmalar yapıyorsun. Onur Haftası Yürüyüşü’nün engellenmesinden de bahsedelim istiyorum. Devlet neden korkuyor bu kadar?
Buna politika geçmişimden cevap verebilirdim ama bunu yapmak istemiyorum. Şu an bulunduğum noktadan cevap vermek istiyorum, aslında bütün o kafa karışıklıklarım ve bulantılarımla beraber. (gülüyor) Devlet neden korkuyor, insan neden korkuyor, biz neden kendimizden korkuyoruz gibi, yaşadığımız her şeyin, karşılaştığımız bütün tecrübelerin bir şekilde birbirine bağlı olduğunu düşünüyorum. Sınırsız şekilde birbirimize bağlıyız, dolayısıyla “devlet neden korkuyor”a gelemiyorum. Ben bir şeylerden korktuğum için yürüyüşe gidemedim. Ama korktuğum şey hiç devletle alakalı değildi. Bu coğrafyada büyümüş, 28 yaşında bir insan olmamın getirdikleriyle alakalıydı. Nasıl şu an kendi korkularıma cevap bulamıyorsam, devletin yaptığı şeye de cevap bulamıyorum. Ne zaman kendi korkularıma cevap bulacağım, o zaman devletinkine de bulabilirim. Tabii ki, şiddet, ayrımcılık gibi ezber cevaplarım var. Artık tatmin etmiyor bunların hiçbiri beni. Bedenimi Şişli’den Taksim’e getiremedim. Getirebilirdim ama o noktada değildim. Dolayısıyla şu an bunun cevabını verebilecek noktada hissetmiyorum kendimi açıkçası. Yürüyen insanlara teşekkür ederim gerçekten. Onlar benim içimde yürümek isteyen parçayı yansıttılar. Onlara itiraz eden, tahammül edemeyen polis, hayattaki tahammülsüzlüğümü yansıttı bana. Buradaki her bir özgürlük mücadelesi de benim parçam, her bir şiddet göstergesi de benim parçam. Fakat illüzyon şu ki: özgürlük mücadelemizi yüceltip, içimizdeki şiddeti seven, destekleyen tarafı görmeyip sürekli bir uçurum halinde yaşıyoruz. Ben o noktada biraz o uçuruma attım galiba kendimi. O yüzden de sadece düşüyorum, eyleme geçemiyorum yani. Hayat bana böyle bir şey tecrübe ettiriyor. İçimdeki şiddeti nereme koyacağımı, nasıl dönüştüreceğimi düşünüyorum. Ben kendisine 20 yaşında açılmış bir insanım, eşcinsel olduğumu söyleyerek. Ben kendime 20 sene nasıl öyle bir şiddet yaptım? Başkasını sorugulayacak durumda göremiyorum kendimi. Bu ama pasifliğe itmiyor. Beden atölyelerimle, performanslarımla, yazılarımla bunları paylaşmaya çalışıyorum ama etik anlamda şöyle bir soru oluştu kendime dair: Ona buna katagoriler, söylemler üzerinden laf uzatmak çok kolay. Bir ileti, bir tweet... Ama ben bunların altında ezilmeye başladım bedensel olarak. Bir başkasının bedenine, ahlâkına laf uzatırken, sen kendin ne yaptın bu hayatta ya? Sen kendine nasıl bir şeiddet uyguladın, ana uygulanan şiddeti nasıl hoş gördün? Kendimi oradan ayrı görmüyorum. “O devlet, o yapar,” hayır, ben de onun bir parçasıyım. Kendime uyguladığım şiddetle, o devletin söylemine senelerce destek verdim. Bunu söyleyip çekilmek istemiyorum. Gerçekten şu an güç topluyorum. Bu soruları yan yana taşımaya çalışıyorum. Hem kendime yaptığım şiddet, hem bana yapılan şiddet, hem de benim başkalarına yaptığım şiddet. Bu üç farkındalıkla nasıl hareket edebilirim, nasıl bir pozisyon oluşturabilirim; politik, sosyolojik ve etik olarak. Şu an yaşım genç olduğu için de belki, çıkamıyorum içinden, boğuldum bu sorularda. Yine de değer verdiğim, sahiplendiğim, en azından emin olduğum şeyleri yaygınlaştırmaya çalışıyorum. Beden odaklı yaşamak, bedeni dinleyebilmek... Kafadaki enerjiyi biraz bağırsaklara indirebilmek... Çok fark ediyor. Şiddetten konuşabilmek kadar aldığın nefesin de tadını çıkarabilmek, seni seviyorum da diyebilmek gerekiyor. juzma2@yahoo.com