ATLAS ÇİKOLATA
Ozan Durmaz
Bir yazı da yazamadım şu dergiye arkadaş, bu kadar mızmız, bu kadar savsaklayan biri olabilirdim, tebrik ediyorum kendimi! Taburenin üzerinde durak ayaklarımı toplayıp, yere indirdim. Birayı dudağımdan ayırıp, taburenin üzerine koydum. Ayaklarımı indirdiğim yerde terliklerim var sanıyordum, yokmuş.Bugün bir sosyal medya hesabında gördüm, bir arkadaşım evlenmiş. Benim odam gençken de böyle dağınıktı, hele yazarken... Evlensem de değişmeyecek sanırım bu. “Yoksa yaşlanıyor muyum?” tribine girmeye gerek yok şimdi. Biradan fırt al, Chi Coltrane –“Wheel of Life”ı tekrar oynat.
Bir de asistanım var şimdi değil mi, daha terliklerimi nereye koyduğumu bilmiyorum lan! Ya benim neyime asistan ki! Ya ortada iş yok iş, asistanım niye var benim acaba? En son ne zaman oturup düzgün bir şey yazdın oğlum, ne zaman efendi gibi bir yere gönderdin? Ancak birbirleri arasındaki çekişmelere laf at, yorum yap. Sana ne oğlum yazsana yazını, göndersene, bir de asistanım var şimdi... Hey Allah’ım!
Tabure uzak kalmış, bira şişesini sıkı tutayım derken, elim kahverengi camda kayıp, vıcırdayan bir ses çıkarttı. Şişe düşmedi. Gençken mi daha çok içiyordum acaba, yoksa şimdi mi içiyorum? Ya bir defa, benim gençken bir yazma disiplinim vardı, çişim gelse tutardım, böyle biralar falan, tabureler çekilmiş, üstüm çıplak. Gençken elim daha az titriyordu, o kesin, boyun fıtığım da yoktu, belki ondandır. Doktoru da ihmal ettim. Fakat yok, ondan değil bu, askerdeki o çocuk gözümün önünde sıkmasaydı gırtlağına, ben de sabaha kadar duvardan et ve kan temizlemeseydim, belki daha az titrerdi elim. Şükür ki dudaklarım titremiyor, biraya fırt, şarkıya tekrar.
Ben gençken de yazıyordum ve yazarken de yine, tüm yazma süreci boyunca sadece aynı şarkıyı dinliyordum. Bazı alışkanlıklar hiç değişmiyor belki de... İlk biramı ortaokulda içmiştim. Hayatımda hiç sigara içmedim. İlk bir kadını ne zaman sevmiştim hatırlamıyorum ama âşık olup da evinde ayaklarımı uzattığım ilk kadın kimdi, hatırlıyorum. O zaman, bu... Şey vardı... Yeşil renkli şişe bira. Sanki pirinç tadı vardı onun, tam anımsayamıyorum ama... Bundan çok severdim hatırlıyorum. Kucağımda o eski bira vardı ve ayaklarımı da kadının kucağına uzatmıştım.
Her yere, kâğıtları, dergileri dağıtmışım yine... Neden böyle oluyor diye düşünmenin hiç âlemi yok. Özel okulda okudum ben, eyvallah. Yarı bursluydum, eyvallah. Lisede sigara ararlardı, benim cebimden kıpkızıl dergiler çıkardı, kolej hocalarının gözlerine inat. Bir de iki gözümün bir ucuna ilişsin de, tekrar okunsun diye, sayfaların çevrilme yerlerine sığdırılmış mısralar. Her zaman, her yanım kırpış kırpış kâğıttı, çok şükür...
Ben gençken şükretmezdim, büyüdükçe daha mı çok şükrediyor insan? Konunun dini bir bağlamı yok, sadece kafadaki harita biraz daha dolu işte. Ülkeler yok ama sınırları var. Okuldayken, tarih dersim iyiydi, fen lisesinde tarihi iyi olan çocuk olmak da yine nasıl bir eğretiliktir, burada anlatamam, gülersiniz. Muhafazakâr öğrencilere karşı beni münazaranın diğer köşesine koyuyorlardı anımsıyorum. Boş derslerde tarih atlasından hatırladığım haritaları boş kağıtlara çiziyordum. Sonra, arkadaşlarla kendi aramızda oynadığımız bir tür strateji oyunu vardı, yazı tura atarak birbirimizin ülkelerini ele geçirmeye çalışıyorduk. Yani şans eseri dünyayı ele geçirebiliyordun ama münazarada birinci olursan, yine de Nutuk veriyorlardı ödül olarak. Tarih atlası verseler, daha çok sevinirdim.
Yarışmaya inancımı o zamanlarda kaybettim diyemeyeceğim, maalesef. Okulda yapılan şiir yarışmasında birinciye çeyrek altın veriyorlardı, her seferinde katılıp kazanıyordum. Birkaç yarışma sonra fark edip vazgeçtiler. Ben de katılmayı bıraktım. Kimse de neden demedi, tekrar heveslendirmedi. Ben de anladım ki, aslında yarıştırdıkları şeyler hevesler ya da şiirler falan değildi. Hele şiirler, umurlarında bile değildi. Bir alkış gösterişi alsın yürüsün, oyun bozulması, temaşa devam etsin, istedikleri buydu. Bir daha yarışmaya girmedim, gençken de girmedim, yaşlanınca da girmeyeceğim. Benim bundan sonra yarışım, dudaklarım ile bira şişesinin cam ağzı arasında olur en fazla. Bir de şu gözümün ucuna takılacak ne kadar fazla kağıt bırakabilirsem bir odanın, bir çift cebin içine, o kadar işte...
Allah’tan asistanım çalışma odamı bilmiyor, görmüyor, sevinsem yeri. Odanın ortasında Özgürlük Heykeli misali bir bira duruyor, çevresinden yüksekçe bir tabure üzerinde. Altına ters dönmüş terliğimin teki sıkışmış, buldum. Önce şarkıyı tekrarlatayım, sonra sevinirim...
Ayaklarım dönen sandalyenin soğuk metali üzerinde duruyor şimdi, ayak parmaklarımın tırnakları sarı renkli gözüküyor kan basıncından. Kaç kere Allah yazmışım şunca kağıda, ağzım da iyice muhafazakârlaştı. En azından birçok arkadaşım gibi, döneme uyup ya da evlenip muhafazakârlaşmadım. Daha çok kalın kafalaşmak benimkisi aslında, sevdiğim şeyleri daha tutkuyla yapmak, aceleye gitmeden ve etrafımdaki anlamsız şeyleri daha az umursamak, bunu yapmayı öğrenebilmek... Yaşlanmak böyle bir şey mi acaba? Hani sorumluluk duygusu falan artacaktı, daha oturaklı, daha sakin, daha anlayışlı olacaktık? Basbayağı daha çekilmez oldum ben. Huysuz ihtiyar ruhuna bürünmek istemiyorum, bir de şimdi asistanım var şimdi, olmaz ki kızcağıza da ayıp. Hem iki bir şey karalayayım bari deyince de karalanmıyor ki...
Hısımlarım da, hasımlarım da aynı duruyor, dahası evlendiler, çoğaldılar. Anılarımdan pek azını, kinlerimin olabildiğince miktarını sildim. Pirinçli birayı özlüyorum ve üstüm de hâlâ çıplak. İzmir’de gece yine her yaz kadar esintisiz. Kendimi eşsiz bir tarih atlası gibi hissediyorum. Geçmişimden bir kadın içime doğru büyük bir metal parayı savuruyor. Para döndükçe, içimdeki düşmanlarım kalbimin üzerinde döne döne tepiniyor. Birkaç başka kadın kara kalem resmimi çiziyor. Yazı gelirse, gırtlağıma sıkacağım ve etlerimi kendilerinin tarihlerinden asla temizleyemeyecekler. Eğer tura gelirse, ilkokul birinci sınıfta altıma işediğim sıraya geri döneceğim ve öğretmenim de şimdiki asistanım olacak. Para dönüyor, birileri hâlâ beni bir yarışa koşturuyor. Bira bitiyor, şarkı susuyor. Gözlerimi sıkı sıkı yumuyorum, kulaklarımı avuç içlerimle kapatıyorum, altı yaşında gibi tekrarlıyorum; “Şampiyon Beşiktaş, Şampiyon Beşiktaş, Şampiyon...”
Ağlıyorum, ağlarken ağzımdan kırpıntı kağıtlar dökülüyor, üzerinde sadece gençlik halimin okuyabileceği yazılar. Kısık gözlerimi aralıyorum, o son kavga ettiğim kadını sosyal ağımdan siliyorum, öbürünün evlilik fotoğraflarına iğrenerek bakıyorum. Bu gece kimse şampiyon olamayacak, kendim dahil.
Yeterince ergenim, şükür ki dudaklarım henüz titremiyor, biraya fırt, şarkıya tekrar. Çatlak sesle şarkının işime gelen sözlerini seçerek anırıyorum; “Life is like a ferris wheel / The world seems to be in a spin... / Where is my life leading to?” ( Hayat bir dönme dolap gibi / Dünya da dönüp duruyor… / Ya ben neyin peşindeyim?)
Şarkının sonunda gözümü açıp, ellerimi kulaklarımdan usulca çekiyorum. Bir anda terliğimin kayıp tekini odanın köşesinde görüyorum, üşenmeden kalkıp giyiyor, çocuk gibi gülümsüyorum. Dönüp yerime oturup, ayağımda düzgünce duran terliklere bakıyorum.
Önümde bir tomar harcanmaya sevdalı kağıt. Yazmazsam, kızcağıza ayıp olacak...
Hayatım nereye gidiyor diye hoflayıp, serzenişte bulunsam, önümden üzeri yazılı kağıtlar uçuşuyor. Ayağımda, yaz gününde özenle giyilmiş terlik, düşümde yarım kalmış tarih atlası zaferleri... Yaşlanmış mıyım?
Hayır...
Gencim, dedemin çikolata yiyince sevindiği yaştayım. ozan_durmaz@hotmail.com