Beck ve Tom Waits: Alakasız Konular
Bilenler bilir biz Beck’i pek severiz. Beck 2008’de Modern Guilt’i yayınladıktan sonra ilgisini güçlü bir şekilde web sitesi www.beck.com’a yöneltti. Önce Record Club adını verdiği ve The Velvet Underground’un debüt albümünü yorumladığı bir cover projesine girişti (ki Leonard Cohen ve şimdi de Skip Spence ile devam ediyor), sonra Planned Obsolence (planlı tükeniş) adını verdiği DJ setleri yayınlamaya başladı. Irrelevant Topics (alakasız konular) ise Beck’in kendi seçtiği, tercihan sanatçı şahıslarla (Will Ferrel’la devam etti misal) sohbetlerinden oluşuyor. İlk konuğu Tom Waits idi bu köşenin. Eh Tom Waits hakkındaki fikirlerimiz de bilindiğine göre dedik neden çevirip yayımlamayalım. Site de bunun dışında da bir çok söyleşi, video, cover projesi yer almaya devam ediyor. Şu ana dek gördüğümüz en aktif ve özgün internet sitesi ödülünü çoktan verdik beck.com’a. Sizde bağlanın ara sıra pişman olmazsınız. Sohbetin ilk bölümü aşağıda.
Tom Waits: Nasıl gidiyor?
Beck: İyi, iyiyim.
TW: Başladık mı?
Beck: Evet sanırım. Los Angeles’lı olmayı soracaktım sana. Orada büyüdün…
TW: Evet Whittier, La Habra, Downey, o civarlar. Los Lobos, onlar da Whittier’dan. Nixon da. Nixon’ın marketini hatırlıyorum. Aile marketleri vardı.
Beck: Hadi ya? Nedense onun Ortabatı’dan olduğunu sanıyordum.
TW: Yo Kaliforniya’lı. Her yıl Oscar Meyer Sosisli Kamyonu ziyaret ederdi bizi. Kocaman, sosisli şeklinde bir araç. Sürücü bir cüceydi. “Keşke bir Oscar Meyer Sosisli Kamyonu olsaydım,” diye şarkı söylerdi müzik çalarkn. Bayağı ilgi çekerdi. Bir alışveriş mekânı için heyhecan verici.
Beck: Hâlâ da var o araba. Görüyorum bazen.
TW: Oscar Meyer Sosisli Kamyonu’nu mu gördün?
Beck: Park halinde.
TW: Ufak düdükler dağıtılardı bir kaç santim boyunda, 3 nota çalabildiğin. (gülüyor) Whittier saçmalığı.
Beck: Ben McArthur Parkı bölgesinde doğmuşum.
TW: Oradaki göle drenaj yaptıklarını hatırlar mısın?
Beck: Tabii.
TW: İnanılmaz şeyler bulmuşlar. Arabalar, insan kemikleri, silahlar…
Beck: Bir sergi yapmalılardı.
Tw: Neden yapmadılar bilmiyorum. Bunun için drenaj yaptılar sanıyordum.
Beck: Hep duyarım, Echo Park Gölü’nü kuruttuklarında amatör bir denizaltı bulmuşlar.
TW: Tanrım.
Beck: Kesin doğru mu bilmiyorum.
TW: Ev yapımı bir denizaltı mı yani?
Beck: Tabii, sanırım eskiymiş de. Evde denizaltı yapılan günlerden kalma. Bu altkültür hâlâ yaşıyor mu bilmiyorum.
TW: Doğulu gençlerdir.
Beck: Şehrin bir sürü farklı hali vardı.
TW: Bayağı uluslararası... Öteye git, Rusya’dasın. Burada Endonezya; Filipinler, Orta Amerika. Çılgınca bişi.
Beck: Ben şehri bir serap gibi görüyorum. 100 yıl önceki resimlerine baktığında bir demet ot ve çöl tozundan başka bir şey yok. Burada olmaması gerekiyordu. Şehrin olacağıvarmışlığına hayran kalmışımdır. Sanırım geliştiriciler (developers) tarafından yaratılmış bir yerdi. Şey gibi değil yani, birileri amaçsızca gezerken iyi bir yer bulmuşlar da, test etmişler bir süre, ölmesinler diye su var mı diye bakmışlar da sonra şehir inşa etmeye karar vermişler. Bazı resimlere bakmaya başladım… Beverly Hills “Fas Kavşağı” diye adlandırılacakmış. Düşündüm de ismi o olsaydı çok farklı bir durumda olabilirdik. Merak ediyorum senin de hatıladığın bir şeyler var mı? Bir çok kere kabuk değiştirmiş sanki.
TW: Arabalar her şeyi boğdu. San Bernardino’dan okyanusa kadar kırmızı hat varmış ve 35 sente tramwayla gidebiliyormuşsun…
Beck: Tabii duydum. 20 dakikada varabiliyormuşsun.
TW: Continental Club’ı hatırlar mısın Silver Lake’deki? O büyük Latin kulubü. Yanmıştı.
Beck: Tabii hatırlıyorum.
TW: Yıldırımdandı.
Beck: Yıldırım?
TW: Evet bir tür yıldırım.
Beck: Bir tane yardım konserinde çalmıştım. Sahneye çıkmama 45 dakika falan vardı. Gökyüzü açık, masmavi ve birden bir şimşek çaktı. Duydun mu bilmiyorum. 12 yıl kadar önceydi.
TW: Yıldırım mı çarptı sana?
Beck: Yok hayır. Ben içerdeydim. Ama seyircilerden birine çarpmış. Sesi duyup dışarıya baktığımda millet kaçışıyordu.
Tw: Bütün seyircini kaybettin.
Beck: Evet bütün konseri iptal etmek zorunda kaldılar.
TW: Açıkhavada çalmaktan bu yüzden nefret ediyorum işte.
Beck: Di mi? Doğal afetler yüzünden iptal edilen bir sürü konserim oldu benim. Meksika’da çalarken bir kasırga geldi. Kaos. Bir keresinde Japonya’da Fuji Dağı’nda çalacaktım, bu sefer de tayfun.
TW: Tayfun mu? Vay anasını. Ben o kadar sık açıkhavada çalmadım. Japonya’da bir kez terkedilmiş bir tapınakta çalmıştım. Çatısı çıkartılmıştı. Konser için güzel ortam olur sanmışlardı ama hava eksi 30’du. Tek hatırladığım saksafoncumun çubuklardan ateş yakıp çalmaya başlamadan saksafonunu ısıtmaya çalışmasıydı. Herkes ay kıyafetleri giyiyordu. Çok soğuk oralar. Doğa vazityetleriyle uğraşması zor Bir tiyatro daha iyi korunuyor. Belki biraz eski kafalıyım.
Beck: Şu festival muhabbetinin nasıl geliştiğiyle hep ilgilendim. ‘50’lerde eski rock n’ roll’cuların fuarlarda çalması…
Tw: Süpermarket açılışlarında…
Beck: Aynen.
TW: Tahtadan bir kaç saatte kurulan sahneler.
Beck: Nasıl ses verdiğini hep merak etmişimdir.
TW: Basçım Larry Taylor, Jerry Lee Lewis’le ‘50’lerde turneye çıkmıştı. Tüm ABD’yi Bir Kadillak’la gezdiler ve tüm aletleri bagajdaydı. Ampliler, bas… Çaldıkları salondaki hoparlörler bir ansiklopediden büyük değili. Ama hâlâ performaslarındaki vahşi heves ve enerji seyircinin aklını başından almaya yetiyordu. Yüksek sesle değil. Kahkülü sallanan, piyano tarafından ele geçirilmiş bir adamın sıradışı görüntüsü. Başka bir şey daha: Piyanonun mikrofonu. Bir keman manyetiğini mendile sarıp kuyruklunun deliğine sokuyorlardı. Standartlar düşüktü.
Beck: Senin daha farklı çalmanı sağlıyorlar. Bunu bir kaç sene önce güneyde turnedeyken yaptık. Konserden sonra bir bar bulduk ve orada ufak prova amplileriyle çaldık. Vokalimiz de gitar amplisinden geliyordu. Bir keresinde de El Paso’daydık. Boş günümüzdü ve şehirde gezerken bir kafe bulduk. Hiç bir ekipmanları yoktu. Bizde de o 15 watt’lık ufak prova amplilerinden vardı. Gitarcım yurt gibi bir yer buldu sokağın sonunda ve kapıları çalarak ekipman buldu bize. Çalmaya başladığımızda o kafeye 100 kişi tıkışmıştı, sahnemiz bile yoktu; hiç bir şey duyamıyordun. Kısaca performansın, dışavurabileceğin herhangi bir hissiyata bağlı olmak durumunda.
TW: İnsanlar sessiz olmalı ki duyulabilmelisin yani. Temel insanlık hali di mi?
Beck: Ses sisteminden ve alıştığın yüksek sesten yoksun kaldığındaki acemilikte bir şeyler var. Mahrum kalmışsın ve yoktan var etmek zorunda kalıyorsun. Ortam kalabalıktı bi de. Yüzünden 2 santim uzakta insanlar. Bu da enteresan. İnsanların suratlarına doğru söylüyorsun, enteresan. (gülüyor)
TW: Hafif yukarda olmak iyidir. Uzun zaman evvel Jimmy Witherspoon’la çaldıydım Roxy’de. Birileri telefon direğine çarpmış, bütün elektrik gitti. Biz çıkmadan 5 dakika önce oluyor bu. Ortam kapkaranlık. İnsanlar mum yakıyordu. Sonra Jimmy Witherspoon sahneye çıktı ve yardı. Klavyecisini piyanoya yerleştirdi, zaten o büyük, güçlü sesi de var. Bense acayip kıllanmıştım. Ne yapacağımı bilemedim. Herif harikaydı. Yaptığının özünü bulmak ve temel taşlarının hâlâ sağlam olduğunu görmek için böyle durumlara ihtiyacı var insanın. Binanın dibine bak ve kolonlar hâlâ orda mı yıpranmışlar mı kontrol et. (gülüyor) Bir mikrofon ve wah-wah pedalı ile yapabileceğin çok şey var. Ondan önce sesini değiştimek ve yükseltmek vardı. Sanırım hafiften tembelleştik bütün bu oyuncaklar yüzünden.
Beck: Bilmiyorum, merak ediyorum bir şekilde, kendini o ekipmanın dahil olmadığı, koltuk değneklerinin olmadığı durumlara sokmak iyi mi. Sanırım o etkiyi hissetmek, o seste duyabilmek için akordumuz fazla kaçık. Belki bir odada şarkı söyleyen sesi dinlemekte rahatsız edici bir şey var.
TW: Evde yemek yapmak gibi. Kaseyi masaya sürersin, bir çatal atarsın ve peçete. (gülüyor) Gerekeni yaparsın. Bu tamamen güzellik üzerine mi bilmiyorum. Ama farkedersin. Bir şeyin öncelikle kozmetik olup da yapısal bütünlük eksikliği çektiğini. Hepimizin bu “en iyi” mantığının geldiği yer hakkında bir içgüdümüz vardır. Bu insanca mı? Amerikalı mı? Dünyanın her yerinde mi? Herkes en iyi göz doktorunu, en iyi çocuk bakıcısını, en iyi aracı, en iyi takma kolu ve en iyi şapkayı ister... Bunların ayrıca en kötüleri de var ama onlar da işe yarıyorlar. (gülüyor) Denny’nin Yeri her zaman iş yapar. Her zaman doludur. Masa için sıra beklemelisindir.
Beck: Ayrıca şu sıralama tutkusu. Bütün o “best of” listeleri. Sürekli olarak “best of” listeleri yapmam isteniyor. Şeyleri sıralamaya yapılan vurgu. Hiyerarşi ve bunun granite, taşa yazılması gerekliliği.
TW: Bunun nedeni ekonomik. Ki daha çok para isteyebilesin.
Beck: Tabii öyle olmalı. Belki herkesin haberdar olduğu kurulu bir düzen gerekliliği. Bilemiyorum.
TW: Her şeyden çok fazla var.
Beck: Belki yüzyılsal bir olaydır. Milenyuym zamanında başlamıştı. “En iyi şarkılar hangileri? En iyi filmler hangileri?”
TW: İşte o zaman en iyi olarak derecelendirmiş şeylere sahip olma gerekliliği, baskısı baş gösteriyor. Çoğu insan korku hakkındaki özgün fikirlerini keşfetmekten korkuyor. Çünkü hiç kuul değil. Hani bir yeniyetmeyken yanlış çorapları, yanlış spor kıyafetleri giymek istemezsin ya…
Beck: Tabii o da var. Bu “liste”ye girmeyen bazı şeyler gizli zevkler kategorisine giriyor.
TW: Benim teorim; yenilikçiler kapıları açanlardır ama arkalarında da büyük bir kalabalık birikmiştir ve bu kalabalık onları ayakları altında çiğner. Tıpkı şu Maske filmindeki gibi onları yerden kazımak zorunda kalırsın. İki boyutlu oyuncaklar gibi.
Beck: İnsanı bir trene atlatan, bir trend’i takip etmesini sağlayan etkenler hakkında düşünüyordum. Yunan oyunyazarı Europides ve bir kaç başkası hakkında bişeyler okumuştum. 105 tane oyun yazmış ve sadece 2 tanesi ilk çağdan günümüze kalmış. “İnanabiliyor musun sadece bir iki tanesi yaşayabilsin diye 105 tane oyun yazmayı?” diye düşündüm. Yani bu kayıp oyunlardan etkilenen insanlar onların yaşamasını sağlayanlardır. Özgün olarak ne yaptığın değil onu bir yanındakine geçirebilmek. Bu yolda mutasyona uğruyor ve değişiyorlar.
TW: Birileri için ufak bir yol haritası bırakıyorsun. Belki diğerleri daha kötü işlerdi. Ya da kalan 2 oyun kötü işlerdi.
Beck: Belki köşeye atılmışlardı. Bilemezsin. Belki o kayıp olanlarda her şeyi değiştirebilecek bir şeyler vardı.
TW: Gayet mümkün.
Beck: Son teslim tarihine yetiştirmek için yazdıkları elimizdekiler.
TW: Bu şey gibi; bir garaj satışında Van Gogh’un bir işi bulunuyor ya. Bu kadın satın almış ve mutfağında, gelen güneşi kapatsın diye kullanıyormuş. Gölgelik olarak kullandığı için de solmaya başlamış. Ayrıca kesmiş de onu, çünkü pencereye sığmamış. Sonunda bu kadının bir Van Gogh’u perde niyetine kullandığı ortaya çıkınca uzmanlar evine doluşup, “Bu resmin üstünü nasıl kesersiniz?” diye sormuşlar, o da “Sadece ufak bir gökyüzü parçasıydı,” diye cevaplamış. Bazen değeri senin yakıştırdığındır eşyalara. Sübjektif bir şey. Biz de eninde sonunda bozulacak maddelere kayıt yapıyoruz. Selüloide çekilen filmlerin yok olması gibi. Yağlı kağıda yazı yazmak gibi.
Beck: 1930’lardan önce yapılmış filmlerin sadece %20’sinin kurtulabildiğini okumuştum.
TW: Tüm canlıların durumu bu. Hatta dünyadaki hayvan popülasyonun sadece %20’si kalmış vaziyette. Milyonlarca farklı tür yokoldu. Bayağı dövüşmelisin. Sadece güçlü olan yaşayabiliyor. Kimin şarksıydı bu; “Only the Strong Survive”? Şarkıların ip atlayanlara soundtrack olarak yetecek. Teypler gidecek ama insanlar ip atlamaya devam edecek. İp atlamak için şarkılara ihtiyaçları var.
Beck: Doğrudur. Kalan son şarkı herhalde “Happy Birthday” olur.
TW: Eminim öyle olacağına. Berbat ama sanırım şarkılar sadece hava ile enteresan ilişkilere giren şeyler.
Beck: Bir tür planlı tükeniş. Bunun bir parçası.
Tw: Her nesil sürekli yeni şarkılar yapıyor. Önceki nesil dese de “Bu şarkıların nesi kötü? Bizim bir sürü güzel şarkımız var. Neden yeni şarkılar yapıyorsunuz? Yazdığınız her şey hakkında kuul şarkılarımız var. Kızlar hakkında bir sürü şarkımız var,” diye, “Hayır, sorun değil baba. Biz burda başka, daha kuul bir şey yapıyoruz. Sen takıl,” diyorlar. Sonra baba, “Jimmy Durante’yi tanıyor musun? Hiç duydun mu Jimmy Durante’yi?”
Beck: Altın arama (gold panning) gibi. Di mi? Sadece tutuyorlar öyle tavayı. Ne takılırsa artık. Ufak bir parça yakalayacaklar. Belki bir ekmek kırıntısı.
TW: Bu herkesin yaptığı. Alfred Hitchcock’un Ginger Rogers’ı Hollywood Bulvarı’nda bir galada altından lame giysisiyle görüp dediği gibi, “Altından tepecikler var orda.” (Gülüyor)
Beck: Belki alternatif bir çaba ayarlanabilir. Herkes “O şarkı”ya bir ara verir.
TW: Bak bazı heavy metal grupları var; şarkıları Irak’ta esirlere işkence etmek için kullanılıyor. Onları konuşturmak için çok yüksek sesle çalıyorlar. Seni uykusuz bırakıp bu müzikleri çalıyorlar. Ve dinleyebildiğin tek bu. O grubun o şarkısı. Aynı şekilde şimdi de Seven Eleven’ın park yerinde klasik müzik çalıyorlar. Haytaları uzak tutuyor. Patlatıyorlar bir Beethoven. Kimse artık park yerinde takılıp bira içmiyor. Her şeyi değiştirdi.
Beck: İstemsiz, bir silah olabilirisin.
TW: Nasıl kullanılacağını bilemezsin. Bir kapı tamponu, kağıt ağırlığı veya milli marş olabilirisin. Bilmenin yolu yok. Biz gittiğimizde bütün bu promosyon muhabbeti de bitiyor. Şimdi bakalım kendi kendine var olabilecek mi? Bazı şarkılar gibi, anlatabildim mi?
Beck: Onlar böyle ömrü kısıtlı bir böcek veya işlerin nasıl olduğunun bir örneğini hatırlatanlar. 1920’lerin, 1930’ların, 1940’ların fotoğrafları olsa sadece bu bir şey. Ama bir şekilde müziği ne zaman duyabileceksin?
TW: Evet insanlar bir şarkıyı gerçekten dinliyor ve o şarkı hayal güçlerini etkiliyor. “Kaliformiya, Ben Geliyorum” diye bir şarkı duyarsın ve bu şarkıya dayanarak Kaliforniya’ya taşınmaya karar verebilirsin. İnsanlar San Francisco’ya yaptılar bunu.
Beck: Kuzey Finladiya’ya taşınma konusunda pek fazla şarkı yok.
TW: Neeedles ya da Lodi’ye bak. Lodi için iyi bir reklam olmuyor: “Stuck in Lodi again” (Lodi’de kaldık yine) dediğine. Kim taşınır ki bu herifin gene kapana kısıldık dediği yere? Her şehir kendi şarkısını bulamıyor. Bir ara Sinatra Los Angeles’la ilgili bir şarkı yapmaya çalışmıştı. Çok berbattı. Beni çok utandırmıştı.
Beck: ‘80’lerde değil mi?
TW: ”LA You’re a Lady.” (LA sen bir leydisin.) Olacak gibi değil, iğrenç. Belki Los Angeles lafının ritminde, kafiyesindeydi sorun.
Beck: Evet LA hakkında kararlı bir şarkı yazmadı sanırım kimse.
TW: Ama Şikago veya Sen Luiz’e bak, ne fiyakalı isimler. New Orleans. New Orleans hakkında çok şarkı var.
Beck: Düşünüyorum da ben hiç şehir ismli bir şarkı yazmadım galiba. Ha, yok, “Modesto” diye yazmıştım bir tane.
TW: Şehrin ismi, şehri kuran iki adamın isimlerinin şehrin ismi olarak kullanılmasını istememelerinden geliyor. O kadar alçakgönüllüler ki (modest) isimleri kullanılmasın istiyorlar. Bunlar da Modesto diyor.