Toplum Düşmanı (Düşünce Notları’ndan Bir Bölüm)


Rafet Arslan

Toplum düşmanı olabilmek için demiştik ilk başta. Post-modern günümüz koşullarında kuramın buna yanıtı minör ya da majör politika benimsenmesi üzerine kuruludur (Bunda kuşkusuz özellikle 68 ile birlikte ölümü ilan edilen üniversitenin kuram üstünde merkezi konumu almasının payı vardır. Küçük burjuvazi her zaman en öznel konumunun meşruluğu üzerinden kuram ürete gelmiştir, sonuna kadar pragmatisttir).
 
Oysa, var olan durumların eleştirisi, yadsınması, yeni durumlar yaratılmasına dair bir özgürleşme girişimi içinde minör aynı zamanda majör, majör de aynı zamanda minör olandır. Yani “politika” en minör haline getirilmeden, majörleşemez. Yani tutkularının özgürleşmesi, akla karşı düşüncesinin özgürleşmesi, kendini bilme-idrak etme, kişinin kendi deliliği ile yüzleşme sürecini yaşaması gerçekleşmeden majör bir politikanın sadece nesnesi olabilir.
 
Minör denilegelen politikanın öznesi ise yine yığınlardır, ama küçük ve dağınık yığınlar. Kimlik politikası olarak adlandırılan hadise bu politikanın topluluklarını oluşturur: Siyahlar, kadınlar, yeşiller ile başlayıp çapraşık formüllere uzanan 30-40 yıllık bir süreç. Burada yine yoğunlaşmış gösterinin formlarına dönüşmüş politik açılımlara çıkarız. Minörlere karşı majörler, majörlere karşı minörler… Oysa kendine majör diyen de minör diyen teoriler de “toplum” düşüncesinin, yani harekete geçirilmek için çağrılan kalabalıkların gölgesine karışmaktadır.
 
*
 
Bizim kuşağın ilk gençliği (‘70’lerin başında Türkiye de doğmak!), toplumların evrim sürecine dair sol-Hegelci saptamalara kafa yorarak geçti. İlkel toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma geçilmişti. Tarih bir anlamda toplumların evrim tarihi olarak okunuyordu. Burjuva topluluğun, örneğin 1789 devrimi için oluşma sancısındaki işçi sınıfına ve eskimiş pastoral sınıfa ihtiyacı vardı.
 
Bu ilerlemeci modelin anarşist felsefedeki karşılığı olarak Kroppotkin düşüncesini verebiliriz. İlerleme düşüncesi bu süreçte halkçı düşünce ile hep iç içe geçmiştir. Modern dünyanın demokrasi temsilini sahnelemesi için ilk gerekli element halktır. Tarih üzerindeki satranç hep yığınlar üzerinden oynanır. Demokrasi ise genellikle çoğunluk tahakkümünün maskesidir.
 
Bu günün post-modern dünyasında temel / kurucu söylem toplumun-toplumların-yığınların mutluluğu, refahı üzerinden şekillenmeye devam etmektedir. Çokuluslu sibernetik kapitalizmin küresel tahayyülleri, yığınların özgürlük ve demokrasi söylemleri üzerine oturtulmuştur. Keza bu yeni düzene muhalefet eden geleneksel sol-anarşist-demokrat hareketlerin de temel tahayyülleri toplumların-halkların mutluluğu için eşitliği ve gerektiğinde pozitif ayrımcılığı sağlamaktır.
 
21. yüzyıl başında özgürlük söyleminin hesaplaşması gereken kavramlarda halk, toplum, çoğunluk, demokrasi, ilerleme gibi ideolojik kurgular, Türkçesi yalanlardır. Topluluğun, halkın, insanlığın, sistemin kendisine dönüştüğü gerçekte; özgürlük arayışı toplum düşmanı olmak zorundadır. Artık gelinen noktada sistem ya da Matrix dışsal bir olgu değildir. Yığınların sürekli ürettikleri-tükettikleri-yeniden ürettikleri, yaşattıkları, ayakta tuttukları, oyladıkları-onayladıkları yerelden küresele iç içe büyümüş virütik bir ağdır.
 
Kant-Hegel merkezli aydınlanmacı gelenek hep çoğunluğa, evrensele varıncaya dek kalabalıklara gönderme yapa gelmiştir. Bu eksende gelişen muhalefet hareketleri de kelimenin Althusserci anlamıyla seslendiği şey özneler değil, hep yığınlardır. Onlar için refah, demokrasi, eşitlik istenir ve bu çağrıları muhatap alıp; onu büyütmeleri.
 
Yani Matrix örneğindeki gibi kozaların içinde uykuya yatmış insanlar, yığınlar, halk vardır; öncüsünün silkelemesiyle gözlerini fal taşı gibi açacak, silkinecek, ayağa kalkacak. Bu ön kabule biz “zion travması” diyoruz, zion, sistem ya da Matrix’in defalarca kurup-yıktığı hesaplanmış bir hata payı iken. Modern dünyanın, 21. yüzyıla dayattığı vahim miras safların sıklaştırılmasıdır.
 
*
 
Aydınlanma geleneği ile Aydınlanma Düşüncesini yıkmaya çalışıyoruz. Oysa düşünce saf halde hep evrenseldi. Doğu ya da batı, kuzey ya da güney düşünceleri yoktu aslında, sadece düşünce vardı. Beynimi oyan, beni oyuna ayartan, akışkan düşünce. Dural olan sadece akıldır. Doğmaların üretildiği, manifaktur sektörüdür akıl, asıl düşmanımız olan. Bu yüzden batı düşüncesini yıkıma uğratmanın pek bir anlamı yok, Nietzsche’nin yel değirmenlerine karşı savaşıydı bu.
 
Akla karşı savaşta yekpare düşüncelere sarılmak zaaf olabilir, düşünce gibi akışkan olmalıyım. Bilginin gerçek kaynağı akıl değil, düşünceydi hep. Aklın bana dayattıklarını kovup, kendi ruhumda, kendi düşüncemi, felsefemi oluşturmak zorundayım. Bu yolda, ne kadar şüphe edip şaşırsam, sınırlamazsam kendimi, o kadar özgür olacağım. Yanılmaktan utanmamak gerek, asıl utanılacak olan çoğunluğun doğmalarına esir olmaktır. Özgürlük otomatik pilot tanımaz, şaşmaktan korkmamalıyım. Uzlaşmaya, müzakerelere, antlaşmalara inanmayalım, şu haliyle insan varlığı bir düşkünlükse, çatışmaktan, kötü olmaktan, lanetlenmekten, deli ilan edilmekten, yalnız kalmaktan korkmayalım.
 
Ve ben’e dek bölünelim ki, özgür ben’lerin birliğinden evrenin sonsuzluğu ile uyumlu ve özgür bir dünya kurabilelim. İşte o zaman toplum denilen yalanı silecek, şiirin, deliliğin ve çocukluğun aynı şey olduğunu tüm ruhumuz ile hissedebileceğiz.

info@kargamecmua.org