İllüstrasyon: Peter de Sève

NOSTALJİ DOSTUNUZ DEĞİLDİR


Burcu Uğuz
Woody Allen’ın Midnight in Paris filminde Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil karakterini hatırlar mısınız? Gil, 1920’li yılların altın çağ olduğunu düşünen bir yazar. Kendini 2000’li yıllara ait hissetmiyor. Tatil için gittiği Paris’te bir zaman tüneline çekiliyor. Bu sayede 1920’li yıllarda paralel bir hayat sürmeye başlıyor. Sevdiği yazarlarla, ressamlarla tanışıyor, sohbetler ediyor. Etrafındaki korseli, kabarık saçlı kadınlara hayran hayran bakıyor. Gittiği restoranlarda hep tutkun olduğu müzikler çalıyor. Ama bir süre sonra büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Hayalindeki 1920’lerle o yıllardaki gerçek yaşam arasındaki ayrımı görüyor. İdealleştirdiği hayat tarzını, rol modellerini, kadın figürlerini, arkadaşlıkları, insanların olayları değerlendirişini yadırgıyor, hatta hakir görüyor. Zaman tünelinden çıkıp gerçek yaşantısına döndüğünde içinde büyük bir boşluk hissediyor ama bu onu özgürleştiriyor. Çünkü bugünde yaşamanın gerçekliğiyle yeni bir hayat kurabiliyor.

Nostalji, Yunanca nostos (dönüş) ve algos (acı) kelimelerinden türetilmiş. Yani, geçmiş bir çağa dönüp, tahmini ve daha çok hayali bir yaşama dahil olmaya duyulan aşırı sevgi ve özlem. Yalnızca kelime anlamına bakıldığında bile kendine acı çektirmeyi sevenlerin tutulacağı bir özlem; çünkü imkânsız!

Sosyal medya #tbt’leri, Coca-Cola’nın mahalle bakkallarına bile dağıttığı retro dolapları, eski cam şişeleri nostaljiyi “mutluluk tozu” gibi üstümüze serpiyor. İki askeri darbe ve sayısız ekonomik kriz görmüş anne babalar instagram hesaplarında tbt hashtag’iyle çocukluk fotoğraflarını paylaşıyor, ne kadar pembe bir çocukluk, gençlik sürdüklerinden bahsediyor. Bir kahve içmeye oturduğumuz cafe’lerin çoğu iç dekorasyonlarından logolarına ‘60’lı yıllara öykünüyor. Her mekânda kesinlikle Elvis, James Dean veya Marilyn Monroe posterlerinden biri bulunuyor. Sağa sola antika objeler serpiştiriliyor. Ve bu sarı ışıklı hafif loş ortamlarda biz ‘80’li ‘90’lı yıllarda doğmuş olanlar, kendimizi tıpkı Gil gibi iyi hissediyoruz. İmkânsızı yaşarcasına. Her yeniliğe kolaylıkla uyum sağlarken avangard mekânları soğuk bulabiliyoruz, ananemizin evinde gördüğümüz bir dikiş kutusuna hesabı öderken kasanın yanında rastlamak güven verici gelebiliyor. O dikiş kutusunu bir kere bile açmamış olsak da...

Anne babalarımızın “en pembe anları”nın fotoğraflarına bakıp yaşadıkları felaketlerden ziyade kıyafet, saç, eğlence anlayışlarına tutuluyor, gerek giyim kuşamımızda (hipster akımı), gerek siyasi tepkilerimizde (Gezi olayları) teknolojiye doğduğumuz çağda olmadığımız biri gibi davranır hale geliyoruz. Ama gördüklerimiz, kafa yapımız aynı kalıyor ve hep arada sıkışıyoruz, kendimizden uzaklaşıyoruz. Gil gibi bugünde yaşadığımızın farkında olarak bir hayat kurmayı denemiyoruz, benzetmeyi deniyoruz daha çok. İdealleştirdiğimiz bir geçmişi yaşamaya çalışmayı, ütopyalara inanmaya benzetiyorum: aslında olmayan ideal toplum ve o toplumda yaşamayı istemek. Ütopyalar gibi bu nostalji sıkışmasının sonunda da bir çöküş olduğunu görememek. Yani özgürleşememek.

Bu sıkışmadan çıkamamaya güzel bir örnek var: Miss Havisham, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanından bir karakter. Miss Havisham varlıklı, yaşlı ve yalnız bir kadın. Her yeri dökülen, bir zamanlar pek görkemli olduğu söylenen bir köşkte yaşıyor. Üstünden rengi atmış, yırtık pırtık gelinliğini asla çıkartmıyor. Köşkteki bütün saatleri dokuza yirmi kalada durdurmuş. Çünkü bu saat nişanlısının onu düğün gününde terk ettiği saat. Gelinlik, o gün giydiği gelinlik ve belki de en akıl almazı, şölen için hazırlanan bütün yemekler hâlâ masada duruyor, çürümüşler, kokuyorlar, böceklenmişler ama hiç kimsenin onları kaldırmasına izin vermiyor. Yıllar boyunca.

Miss Havisham tabii ki abartılı, tabii ki gerçeküstü bir karakter, ama onun üstünden Dickens’ın anlattığı şeyler, gerçek olabileceklerinden ötürü ürkütücüler, üzücüler.

Sevdiğin yanındayken, sevdiğinin yanında olmadığı bir gelecekse eğer göz kırpan uzaktan, o zaman nostaljiden çekeceğin var. - Milan Kundera burcuguz@gmail.com