Şimdi ve Mazi; RYAN ADAMS
Utkan Çınar
Ryan Adams’ın Bryan Adams ile derdi oldu tabii. Sıklıkla konserlerinde Bryan Adams şarkıları bağırılmaktaydı ona. Başlarda buna öfkeli yanıtlar verse de* artık 40 yaşının getirdiği olgunlukla Bryan Adams şarkıları yorumlayarak eğleniyor bunlarla. Adams’ın alternatif country’nin altın çocuğu olduğu günler geride kaldı. 20 seneyi aşan kariyerinin son birkaç senesi onun en görünür olduğu zamanlar. Bu genelde böyle işlemezdi. Bu güzel sesli ve yetenekli şarkı yazarının son 17 yılda 16. ve son albümü Prisoner’ın üzerinden kariyerine bir bakış atalım istiyoruz.
Adams’ın adını duyalı çok oldu. 2003’deki 45’liği “So Alive” Interpol ve The Strokes gibi şeyler dinlerken arada iyi gidiyordu. Ama kişisel olarak yeteneğinin farkına varmam 2005’teki albümü 29 ile oldu. 20’li yaşlarındaki, her yıla birer şarkıyla baktığı albüm, spagetti western şarkısı “The Sadness” ve “Nightbirds” gibi çok iyi şarkıları olan bir albümdü. Daha sonra Whiskeytown’a girdiğimde gözüm açıldı. 20’li yaşlarının başlarında bu kadar sıklıkla iyi şarkılar yazabiliyordu ve sesi az bulunan iyilikteydi.Jacksonville, Kuzey Karolina’da kaykaycı bir punk olarak büyüyen Adams’ın yaptığı müzikle o zamanki zevkleri çok da uyuşmuyor. Hüsker Dü, Danzig, Black Sabbath, Sonic Youth ve bolca metal dinleyen bir kaykaycıdan alternatif country yıldızı çıkmasını beklemezsiniz. Kendi kendine gitar çalmayı öğrenirken Cowboy Junkies’e, onların harika The Velvet Underground cover’ı “Sweet Jane”in klibine denk geliyor. Böyle yumuşak, sakin ve yavaş müzik yapma dürtüsünü o zaman hissediyor içinde. Henüz 20 yaşında kurduğu Whiskeytown ile 4 albüm yaptı Adams. Özellikle 2008’de tekrar yayınlanan Stranger’s Almanac gibi bir alt. country şaheserine imza attı. Kısaca bir “altın çocuk”tu.
Milenyum onun da solo kariyerinin başlangıcı oldu. Heartbreaker ve ondan çıkan 45’lik “Come Pick Me Up” ile iyi bir başlangıç yapan Adams’ın kendini tanıtması 25 Eylül 2001’de yayınladığı Gold albümü ve oradaki “New York, New York” ile oldu. 9/11 travmasının soundtrack’i oldu birdenbire. 2005’te daha sonra adını çokça duyacağımız prodüktör Ethan Johns ile ortaklığı iyice hız aldı ve 3 albüm birden yayınladı. Bunlardan 2’si yeni grubu The Cardinals ileydi. Son 10-15 yılın en iyi gitarsitlerinden Neal Casal**, davulcu Brad Pemberton ve pedal-steel’ci Jon Graboff gibi yetenekli isimlerle oluşturduğu The Cardinals 2009’a kadar Adams ile çalışmaya devam etti. Ama nedense ben bu dönemi Adams’ın çok da güçlü olmayan işleri olarak görürüm.
Adams 2010’ların başında biraz yolunu kaybetmiş gibiydi. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığını atlatan Adams müziğe tekrar başlıyordu. Kendisi de bir merkeze gitmektense rehabilitasyonunu stüdyoda yaptığını ve Death Metal’den hip hop’a farklı şeyler deneyerek kendini toparladığını söylüyor. 2010’da yayınladığı Orion, Voivod esintili bir metal albümüydü. Bu deneyimlerden sonra yayınladığı III/IV ve The Cardinals olmadan yayınladığı ve Ethan’ın babası efsane prodüktör Glyn Johns ile çalıştığı Ashes & Fire ortalama albümler olarak kaldı. 3 yıllık aradan sonra Adams’ın kariyeri 2014’te kendi adıyla yayınladığı albümüyle farklı bir alana kaydı. Gene Glyn Johns ile başlayan kayıt süreci anlaşmazlıkla bölünüyor ve Adams kafasına göre takılmaya karar veriyordu. Bu da doğru karardı. Bolca ‘80’ler esintili sound’uyla Ryan Adams country kökeninden uzaklaştı bu albümde. Adams’ın ilk 1 numarası da bu albümle geldi. Yeni bir kuşak Adams ile tanışıyordu. 2015’te Adams kendine başka bir meydan okuma yarattı ve Taylor Swift’in 1989 isimli albümünü baştan sona cover’ladı. Bu garip deneyim çılgınca bir şekilde çok iyi bir sonuç verdi. Adeta Taylor Swift’i hiç dinlemeyecek bizim gibilere pop’un vaziyetiyle ilgili bilgi veren bir amme hizmetiydi.
Ve son albüm Prisoner. Aktris eşi Mandy Moore’dan ayrılma sürecinde kotarılan albüm, tam bir “boşanma” albümü. İlk 45’likler “Do You Still Love Me?” ve “To Be Without You”nun kayıp bir Bon Jovi albümü klişelerine yakın sözleri var. Ama asıl iş havasında. Bir önceki albümüne göre country geçmişine daha yakın duruyor ve albüm boyunca akustik gitarı duyabiliyorsunuz. Şarkılar birbirlerine yakın kalitede. The Smiths referansı da çok rahat verilebilir. Ama sound’u gayet iyi kotarılmış, gereksiz taramalardan kaçınılmış dinamik bir albüm. Referansları eskiye olsa da şimdinin işi olduğunu sezebiliyorsunuz.
Adams’ın son dönemlerini düşünürken kişisel olarak çok sevdiğim Tom Petty ve Bruce Springsteen referanslarından çıkmak zor. Müziğin sürekli ilerleme, değişerek gelişme halinde olması kabul edilir ciddiye alınması için***. Buna da bir muhalefetimiz olamaz. Adams’ın dokunduğu yerler ‘80’ler ve ‘90’ların başında zirvesine ulaşmış ve daha üstüne söylenecek bir şeyin olmadığı bir sound. Ama Adams hem bunu çok iyi etüt etmiş hem de harika söylüyor. Hani bizim kuşak için nostaljik gelebilir ama genç kuşağın da bu duygu seline şahit olması ve sahiplenebilmesi adına güzel bir iş yapıyor. Adams’ın müziği “guilty pleasure” sınıfına girebilir, çok da “cool” değil belki. Ama ben bir suçluluk duymuyorum. Ulaştığı bir damar var bende. Adam çok güzel şarkı söylüyor ve gösterişçi olmadan şarkı yazıyor. Bir de tabii canlı performanslarının sağlamlığından da söz etmeli. İşçiliği de her zaman iyi.