KOKUSU ÇIKMIŞ ŞEYLER: KOKU NOSTALJİK MİDİR? ÖYLEDİR, AMA ÖYLE DEĞİLDİR.


Vedat Ozan
Neyle ilgilendiğimi soranlara “Koku,” dediğimde genelde aldığım ilk tepki parfümlere yönelik oluyor. Yani ya “Ben de parfüm severim” ya da “Hiç parfüm kullanmıyorum.” Ben cevaben “Yok ya, sadece parfüm değil, genel olarak koku duyusuyla ilgileniyorum,” dediğimde ise “Ya, doğru aslında. Koku güçlü bir duygu. Bir koku insanı çocukluğuna götürebiliyor,” benzeri cümleler işitiyorum.

Öncelikle şunu bilelim ki koku bir “duygu” değil, “duyu”. Duyusal uyarı olmadan duygusal tepki olmuyor. Kronolojik bir sıralamaya tabi tutarsak önce duyu ve duyuya yönelik uyarı, ardından da o uyarıyla beraber oluşan duygu ve ona koşut davranış biçimi geliyor.

Kokunun insanı çocukluğuna götürmesi meselesine gelince; sadece koku değil her duyusal uyaran bizi çocukluğumuza götürebiliyor. Bir müzikal kompozisyondan kısacık bir kesit işitmemiz bile bu yolculuğu başlatmaya yeterli. Dolayısıyla kokunun farkı, çağırdığı anılardaki sayısal fazlalık değil. O zaman fark ne ki herkes “koku” dendiğinde anılarını gündeme getiriyor?

Koku duyumuz beynimizde limbik sistem içinde işleniyor. Limbik sistem aynı zamanda bellek ve duygu durumlarımızın işlendiği bölge. Bütün diğer duyulara gelen uyarılar eninde sonunda limbik sistemimize ulaşıyor olmasına rağmen koku duyusunun bir farkı var. Diğer duyusal uyarıları öncelikle beynimizin bilişsel bölgesinde bir işleme tabi tutuyor, devamında limbik sisteme yönlendiriyoruz. Oysa kokusal uyarılar bu bilişsel süzgeç yolculuğunu yapmadan dolaysız olarak ve öncelikle limbik sisteme ulaşıyorlar. Bunun sonucunda kokulara verdiğimiz tepkiler bilişsel ve mantıklı değil, duygu dolu tepkiler oluyor.

Anı ve koku ilişkisinde koku ve diğer duyular arasındaki fark da buradan çıkıyor. Kokuları duyumsayınca görece daha fazla anımsama yapmıyor ama yeniden canlandırdığımız (ve kurguladığımız) anıların duygusal yoğunluğunu çok daha fazla hissediyoruz. Bunu söylememle beraber dilin ucuna “koku nostaljik yönü güçlü bir duyudur” cümlesi geliyor ama maalesef işin aslı o da değil. Neden? Çünkü nostalji kelimesinin anlamı sanıldığı gibi “idealize edilmiş geçmişe arzu duyma hali” değil, zira nostalji “zaman” değil “yer”le ilgili bir tanım.

Nostalgia kelimesi Yunanca iki kelimenin biraraya gelmesinden oluşuyor: Nostos ve algos. Nostos “yuvaya dönüş”, algos ise “acı, keder” anlamında. Dolayısıyla nostalgia da “doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan acı ve keder” demek oluyor.

Nostalgia kelimesini ilk kullanan 1688 yılında genç bir tıp öğrencisi olan Johannes Hofer. Tek başına “nostalgia” demiyor Johannes Bey, aynı zamanda Mal du Suisse yani “İsviçreli Hastalığı” nitelemesini de kullanıyor. Bu nitelemeyi yapma sebebiyse Orta Çağ’dan beri diğer krallıkların, özellikle de Fransızların hizmetinde paralı askerlik yapan İsviçreliler. Memleketlerinden uzak, itiş-kakış kanlı savaş ortamlarında yaşayan bu İsviçreli “lejyoner”ler, memleketlerinin yeşil dağlarını, o dağların havasını ve o kurgu içerisinde yer alan yuvalarını özlüyorlar. Ancak bu özlem karşılanabilecek bir özlem değil; yani doyurulamayacağı bilinen arzular halindeler. Bu durum iştah kaybına, uykusuzluğa, mide bulantılarına, baş dönmesine, bayılmalara, majör depresyonlara, hatta intiharlara yol açıyor. Johannes Bey de tezini sunarken işte bu arazları tanımlıyor ve nostalgia kelimesiyle nitelendiriyor.

Hofer’in nostalgia’yı ayrı bir hastalık olarak ele almasına yol açan olay, Basel’de yaşayan Bern’li bir öğrencinin anksiyete, yorgunluk, kalbin gereğinden hızlı atması gibi rahatsızlık hallerine şahit olması. Öğrencinin derdine deva bulunamayınca “Bari evinde ölsün zavallı” diye memleketine gönderiliyor. Gelin görün ki, delikanlı evine gidince ölmek bir yana günden güne iyileşip toparlanmaya başlıyor. Buna benzer birkaç vakayı daha takip eden Hofer de, bilgisi dahilinde başka hiçbir sebebin bu ilginç durumu açıklamaya kâfi gelmediğini fark ederek ayrı bir hastalık tanımı yapma gereğini duyuyor. Hastalığın teknik açıklaması, elbette bugün için herhangi bir tıbbi karşılığı olmayan ve ancak dönemin vücut sıvılarının dengesi temelli tıbbi yaklaşımlarını bilmek açısından değerlendirilmesi gereken açıklamalar. Hofer’e göre evini özleyen kişinin yaşamsal sıvıları beyne hücum ediyor ve bu sıvı saldırısı gri maddeyi işlevini yerine getiremez duruma sokuyor. Nostaljik reaksiyonun ilk adımını böyle açıkladıktan sonra Hofer devamında beynin işlevini yitirmeye başlamasıyla ona koşut vücudun diğer sistemlerinin yavaşladığını, sonunda da durduğunu dile getiriyor.

19. yüzyılın ilk yıllarında nostajiye yol açıp performans düşüklüğüne ve askerden kaçmalara neden olmaması amacıyla İsviçre Alpleri’nin geleneksel ezgisi olan ve boynuzla çalınan Kuhreihen’in ordugâhlarda çalınması yasaklanıyor. 1830’lara gelindiğinde ise tıp dünyasında nostalgia teşhisi konulanlar sadece İsviçreli lejyonerler değil. Denizciler, mahkûmlar, Afrikalı köleler, hatta ileriki zamanlarda Birleşik Krallık ordusunda ülke dışı görevde olup gayda sesini duyunca bunalıma giren İskoçlar da nostaljiden nasiplerini alıyorlar. 1867 yılında yayınlanan ve Amerikan İç Savaşı’na ait bir Kuzey (Birleşik Devletler) raporunda savaşın ilk iki yılında 2588 nostalji vakası ve buna bağlı 13 ölüm olduğu kayda geçmiş.

Bu anlattıklarımda dikkat edilmesi gereken nokta, tanımlanan bu patolojik durumun var olabilmesi için mutlaka yuvadan ayrı olunması gereği. Veya şöyle söyleyeyim: hep aynı yerde, evinizde, yani yuvanızdaysanız, nostalji falan yok.

Nostaljinin yuvaya özlem olması onu yuvada geçirilmiş olan zaman anlamında geçmişe bağlıyor elbette. Ancak bu bağ kelimenin çıkış noktası bağlamında öncelikli değil, ikincil bir bağ. Ne var ki biz 1920’lerden başlayarak bugün artık nostalji kelimesini kullanırken bu ikincil bağ üzerinden hareket ediyor, dolayısıyla yanlış olduğunu bildiğimiz halde doğru kabul edilen bir öncelik sıralaması yaratarak nostaljiyi “geçmişe duyulan özlem” olarak tanımlıyoruz.

Bu tip durumlara ise biliyorsunuz, galât-ı meşhûr (yaygınlaşmış yanlış) deniliyor. vedato@yahoo.com