“AH DUMAN, KARADUMAN SARDI DÖRT YANIMIZI!”*
Bu yazı, Karadenizli; birçok yakınını kanserden kaybetmiş ve bugün de bir grup eş dostun kanserle umutsuz mücadelesine tanık olan, karamsar ve öfkeli bir yazıdır!
24 yıl önce, 26 Nisan 1986 sabahı; bulaşığı yağmurlarla toprağa, topraktan yeraltı sularına ve oradan da genlerimize kadar uzanan ve doğal döngüsü içerisinde etkisi onlarca yıl silinmeyecek ve hatta üç bacaklı at, iki kafalı insan gibi tezahürleriyle de karşılaştığımız; insanlık tarihinin en büyük nükleer felaketi yaşandı. Tarihe “Çernobil Reaktör Kazası” olarak ismini yazdıran bu felaketin eni, boyu, çapı üzerine yazılan çizilen yüzlerce bilimsel dökümana bugün bir “tık”la ulaşabildiğimiz için, -şayet devam ederseniz– birazdan okuyacaklarınız daha çok benim ve birlikte büyüdüğüm insanların hikâyesidir. Bu felaketin ne denli büyük olduğunu o zamanlarda, tamamen politik ve aslında daha çok ekonomik ve fakat kesinlikle antipatik sebeplerle görmezden gelen çoğu yetkilinin, tüm dünyanın sağlığıyla nasıl oynadığını, bugün radyasyona bağlı hastalıkların -özellikle de kanserin- gündelik muhabbetlerimizde ne kadar alışılmış bir konu başlığı haline gelmiş olduğuna bakarak anlamak zor değil. Mevzunun cereyan ettiği topraklarda (zamanın ar-namus sahibi S.S.C.B.'si) bu büyük insanlık felaketinin sebepleri ve sonuçlarına dair ses soluk çıkmazken; Türkiye'de dönemin “her rengi boyadım bi fıstık yeşili kaldı” adamı, sanayi ve ticaretten sorumsuz devlet bakanı H. Cahit Ural, kameralar aracılığıyla makamından halka seslenirken; sonrasında bilimsel verilerin bu radyoaktif osuruktan en çok nem kapan tarım ürünleri listesinde ilk sıralara yerleştirdiği çayını yudumlayıp, üstüne bir de “Dinine, imanına inanan radyasyon var demez,” diyerek “vatandaşın 'he!' dediği kadar devlet adamı” vazifesini başarıyla yerine getirdi. O zamanlar 2 yaşındaydım. Sonra biraz büyüdüm, ilkokuldayken devlet tarafından okulumuzda -ve elbette diğer birçok okulda- dağıtılan kavrulmuş fındıkları ve sütleri tüketirken de her şey yolundaydı. Ki, bu sayede karnımı doyurup bir simit, bir gazozluk harçlığımı düşünmeksizin bonibona yatırım yaparak değerlendirebiliyordum. Hatta bazen, hem okuldan hem de mahalleden, arkadaşım Zeynep'le güçlerimizi birleştirip daha çok bonibon alıyorduk. Tüm o fındıkların ve sütlerin, ortalamanın üzerinde radyasyon içerdiği için ihraç edilememiş ürünler olduğunu öğrendiğimde sene 2000'di ve Zeynep henüz bir-iki ay önce, 16 yaşında, kaşsız, saçsız, bir deri bir kemik halde aramızdan ayrılmıştı.
Sonra giderek daha sık kanser haberleri almaya, sokakta yürürken elektrik direklerine yapıştırılmış el işi ilanlarda kanser hastası insanlara yardım çağrılarına boğulmaya başladık. Zamanla ismi değişti meretin; ince hastalık, kötü hastalık dedik. İsmini anarsak kapımıza gelir zannettik, korktuk! Derdimiz varsa da gitmedik, görünmedik doktora, "Ya kanserse?!" dedik, daha çok korktuk. Korktukça bekledik, bekledikçe yenildik, yenildikçe korktuk! Zaman, zamanında “bu facianın etkisi 15-20 yıl sonra ortaya çıkacak,” diyen bir avuç vicdan sahibi bilim adamını inatla haklı çıkarsa da, bu ülkede günübirlik anlayışlarla kurgulanan “sistem”in doğal bir sonucu olarak gerekli istatistikler tutulmadığı, ilgili raporlar hazırlanmadığı için; bugün, hızlanarak artan kansere bağlı ölümlere dikkat çekmeye çalışan hiçbir oluşum, kanser vakalarındaki artışın Çernobil’le ilişkisini resmi olarak ortaya koymaya yetmiyor. Sonuç olarak da bu durum, kıçı deri koltuğun sıcağına alışınca insanlığından vazgeçen büyükbaşları sorumsuzluklarıyla yüzleştirip kış uykusundan uyandıramıyor.
Kansere dair mevcut istatistiklerin, bilgi ve belgelerin ötesinde bir gerçeklik var Karadeniz’de. Şayet bir gün oralara yolunuz düşerse, ayakkabılarınızı çıkarın ve ölümün soğukluğuyla ürpermiş toprağa basın çıplak ayaklarınızla. Ölümlerin ardından yakılmış, karadenizin hırçın dalgalarına, dağların arasından akıp giden sise karışmış ağıtlara verin kulağınızı. Başınızı kaldırın ve her evin arka bahçesinde, kansere ve dahası bu konuda hâlâ gerekli adımları atmayan bir zihniyete yenik düşmüş ama yine de sevdiklerinden ayrılamamış gencecik bedenlerin mezarlarına bakın. Ve dönüş yolunda, Karadeniz’de kanserle mücadelenin sembolü haline gelmiş, yine bir kanser kurbanı Kazım Koyuncu’nun, ölmeden önce yazdığı son şarkısını dinleyin: “İşte gidiyorum, bir şey demeden, arkamı dönmeden, şikâyet etmeden… Hiçbir şey almadan, bir şey vermeden. Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum…” Fakat sizi baştan uyarmak durumundayım, kanserden başka bir ölüm makinesi daha var Karadeniz’de. Binbir mühendislik hatasıyla yapılmış, onlarca insanın ve hayvanın ölümüne sebep olan bir otoyolla kalın bir duvar çekildi denizle dağların arasına. Aman diyeyim, dikkatli olun!