MR & MISFITS


Söyleşi: Sarp Keskiner

2010 tazeyken, nefis bir ev mamulü albüm çıkageldi. Projenin yaratıcısı, besteci ve aranjörü Emre Altan ile şarkılara sesi ile can üfleyen, yazdığı sözlerle her şarkıyı hikâyelendiren Ceyda Caba ile albümü konuştuk.

 
Sarp Keskiner: Çok uzun yıllar süren bir “haydi stüdyoya girelim mi” süreci sonunda, bu albümle bize geldiniz… Aradan geçen süreyi ayrı ayrı nasıl tarif ediyorsunuz, bu kadar uzun süre bekleme sebebiniz neydi?
Ceyda Caba: Doğru zaman, doğru parçalar, doğru tecrübeler bence… Aslında, Emre her zaman üretim halindeydi ve beni vokal konusunda yüreklendiren ilk insandır ki; vokalim açısından söylemek gerekirse sekiz sene önce tanıştığımız zamanki benle şu anki ben arasında büyük farklar var. Sekiz sene önceki kayıtları ben şimdi dinleyemezken o nasıl inanıp beni yüreklendirdi, hâlâ inanamıyorum aslında :) Şimdi ise daha sakin ve daha cesur olduğumuzu düşünüyorum…
Emre Altan: Hazır hissetmiyorduk, kısaca ve açıkçası. İdeallerimiz hep bizden önde gidiyordu ve daha yeni anladık ki, aslında ideallerimizin içindeyiz! Paylaştıkça beğenildik… Şu an, “hayallerimiz” bizden önde gidiyor…
SK: Albüm her ikinizin epey eklektik müzik zevkinizin bir alaşımı olarak tınlamakla beraber, bir şekilde bizi ‘90’ların sonundaki ortak zamanlarımıza çağırıyor gibi geliyor bana…: Trip Hop, Funk, urban jazz… Buna katılıyor musunuz? Kişisel hayatlar üzerinden ne kadar gerilere gidiyorsunuz, albümdeki şarkıları ve müzikal tonlamaları düşündükçe?
CC: Evet!... Şimdilerde bir yandan inanılmaz sanatçılar birçok şey üretirken diğer yandan, müzikal olarak garip bir yozlaşmanın içinde gibiyiz hep toplum olarak… Çok az okuyup, çok az dinleyip, çok az araştırıyoruz. Tabii şartlar da bu halimize etken olsa gerek ama özlediğimiz sound’lar var. Olduğumuz ortamda tekrar dirilmelerini istediğimiz... :) Ne kadar geriye gidildiğiyse büyük bir soru... Bizi biz yapan ve seçimlerimizi etkileyen o kadar çok şey var ki, yaşanmışlıklarımızda... Şimdi hepsinin oya misali ince ince işlenerek hayat bulması gerektiği bir dönem.
EA: Evet, katılıyorum… Bir şekilde çok sesli müziğin geldiği şu son evrede çok çeşitli sound’lar ve kalıplar var iç içe geçmiş… İnsanları daha ortak bir yapıya doğru çağırıyor gibi… Bunları birbirinden sıyırmak da zor; geriye gidersek ‘70’lere, çocukluğumuza kadar gidebiliriz. En doğal ve nahif anlarımıza. Geçmiş; şu anki yozluğa bakacak olursak, tabii ki daha kaliteli ve yaşanasıydı bence. Yaşanmışlıkların bizimle birlikte müziğimize gelmesi doğal; hiç şaşırtıcı değil... Yeter ki, şu anın tadını daha iyi anlayabilelim, günün bize getirdiği tatları daha farklı, daha kaliteli yakalayalım.
SK: Sözler kimi öykülüyor?
CC: Sözlerde hepimizden bir parça olduğunu düşünüyorum: Kadın, erkek; yaş sınırlarının, zamanın ve mekânların ötesinde... Ve sonuçta, Emre’nin bestelediği her parçanın bir hikâyesi var, müziği ne diyorsa sözler de ona paralel olarak somutlaşıyor bende... Ve eğer hepimiz bir bütünün parçalarıysak özde, bu albüm için yazılan her şey de hepimizin öyküsü aslında...
EA: Sözler İngilizce; bütün hikâyeler ise özgür kalma, farklı olma, kendinle barışıklık, yaşanmışlıklar ve gelişme üzerine… “Yıkılmadım, ayaktayım” arabesk kültüründen farklı… Hatta zıttı!

SK: Albümü her dinleyişimde bir demet güneş ışını çıkıp gelip boyuyor içimi ama bir de akşamüstülerin karanlığı var… Ne renkler var, siz nasıl boyadınız bunu yan yana?

CC: Ne lolipop kadar pembe ve tatlı ya da cilalı; ne de siyahlara bürünmüş gibi gizemli ya da karanlık… Dinleyenin moduna göre parcaların renkleri esnek bence. Karanlık ya da aydınlık konusunda oynayabilecek kadar büyümek, zaman gerektiriyor ve bu süreç, son nefese kadar sonuçta. Tıpkı her farklı tabloya her ayrı bakanın o tablolardan ayrı sonuçlar çıkartabilmesi gibi… Ama açıkçası, bazı parcaları dinlerken bizim de “evet bu parça mavi, bu parçaysa biraz mora çalıyor,’’ dediğimiz oluyor :) Siyahınsa hangi yönünü almak istediğin önemli: Katran karası çaresizlik ve sızısından uzak; siyahın azıcık gizemli ve asil tarafını ön plana çıkarmak amaca tam hizmet aslında.
EA: Doğadaki renkleri kullandık… Farklı renkler aramadık. Ne kadar doğal ve içten olursa o kadar nadir bulunan ve değerli bir kombinasyon oluyor!
SK: Kapak bize birşeyler söylüyor: 11.59 ve “When The Day Is Over”…
CC: En sevdiğimiz zaman dilimi :) Günün karmaşasının son bulduğu, kendimize çalabildiğimiz ve kendimize ait vaktin ise başlangıcı. Gecenin örtüsü ve maskelerin yere düşmesi. Kimi zaman ise haftasonu durumları, espriyle karışık.
EA: Gün bittiğinde, yattığında düşündün mü, o gün için ne yaptığını? Kendin için, aşkın için, çevren, ailen için farklı ne yaptın? Devamlı çizdiğin o çemberden çıkabildin mi, yoksa aynısı mı? Gelişmek için, hayallerin için ne yaptın?

SK: Emre, albüm adına New York sürecini ve senin New York algını anlatır mısın kısaca bize?
EA: Her şeyden önce kendimi tartmam, anlamam gerekiyordu. Albümün buradan uzakta dinlenmesini, değerlendirilmesini ve bana fikir verilmesini istiyordum. Bu sebeple gittim, farklı hiçbir şey beklemeden. New York, dünyanın en yetenekli ve özverili, en nahif ve kırılgan sanatçılarının kendilerini ifade etmek için buluştukları belki de en özgür yer. Ucuz hesapların dönmediği, hiç kimsenin birbirini kendisinden küçük görmediği; karşılıksız ve bedavaya bir şey yapılmayan, çok dobra ve aynı zamanda mesafeli bir yer. Mütevazi kalıp, kurallarına göre oynadığımız sürece, inanılmaz imkânlar ve eşit şartlar sunan ama bir yandan da korkunç bir yarışmanın döndüğü, metroda “busking” yapan müzisyenlerin bile ancak “bu iyi müzisyen, çalabilir” diye “audition”dan geçerek çalabildiği, zaman zaman aç kalacağınız, başka işler yapmak zorunda kalacağınız ve sürekli kendinizi geliştirmek zorunda olduğunuz, ayakta kalması çok zor olan ve her minik adımınızın aslında dev bir tecrübe sayılması gereken bir yer…
Hergün bedava denebilecek rakamlara inanılmaz grupların performanslarını izledim. Ton ayarlamalarından kullandıkları yazılımlara, sahne akustiğine, reklam duyurusunun nasıl yapıldığından nasıl kitle edinildiğine, her konser için bir karavan dolusu eşyanın bizzat müzisyenler tarafından taşınmasına, büyük plak şirketlerinin çalışma prensiplerine, ayrıntılarda kaybolmadan nasıl bu kadar profesyonel olunduğuna ve her şeyden önemlisi, bu işlerden nasıl bu kadar büyük zevk alındığına tanık oldum.
Küçük bir umut ışığınızı kaybetmenize hiçbir zaman izin vermeyen, fakat olabileceğinden büyük hayalleriniz varsa anında sizin adınıza çöpe atan bir yer NY. Büyük hayallere kapılmaksızın; New York’ta anlaşılmak, sevilmek ve hatta konser için beklenmek, büyük bir heyecan ve özgüven veriyor ama bir yandan da bu hayatta hep “öğrenci” kalacağımı, hep çabalıyacağımı, hiçbir zaman “yeterli” kalmayacağımı hatırlatıyor. Yoksa az gelişmiş bir ülkenin, az gelişmiş insanı olacağıma inanıyorum.
SK: Biz konser bekliyor olacağız, siz ne bekliyorsunuz?
CC: Canlı performans şu anki hedef! Müzik; paylaşmak ve bir arada keyif alarak çoğalmak sonuçta ve Emre’nin albümü sadece bu sınırlar içerisinde bırakmak yerine bizzat emek harcayıp New York’a kadar ulaştırması gerçekten cesurcaydı ve vizyonumuzunda epey genişlemesine etken oldu. En çok paylaşma kelimesi heyecanlandırıyor beni: Kabuğundan çıkmak. Yuvada kuştuk beslendik; şimdi uçma zamanı misali...
EA: Burda da anlaşılmak, sevilmek!
 
www.cdbaby.com/cd/mrmisfits

sarpkeskiner@yahoo.com