Denge Denince…
Yazmaya başlamadan önce bir maruzatımı bildirmek isterim. Mecmuanın dosya konuları (birkaç istisna dışında) oy çokluğuyla seçiliyor. Sonra da yazarlarımızdan seçilen konuya perspektif katacakları, bir tarafından ele alıp kişisel görüşleriyle dile getireceği yazılar yazmalarını bekliyoruz. Yelpazenin görece az açıldığı durumlarda da ya yayın yönetmeni olarak ben, ya da editörümüz Utkan Çınar bazen konuyu toparlayıcı, bazen de eksiklerini tamamlayıcı görev yazıları yazmak durumunda kalıyor. Uzun zamandır başımıza gelmeyen bu durum, bu sayıda tekerrür etti. Bu sayı için planım post-komünist ve hatta 2009 krizinden sonraki post-kapitalist düzende yeni dünyanın dengeleri üzerine ahkâm kesmekti. Ama şimdi görev beni çağırıyor. Niye bunları yazıyorum, çünkü böyle yazılar eksik kalan her bir şeyi tamamlamaya çalışacağım derken algılaması karışan yazılar oluyor genellikle. Hele bu sefer bayağı kelamı edilmesi gereken kavram var. Maruzatım budur, sıkılan hemen bıraksın, daha baştan söyleyeyim.
Denge denince, aldığım mühendislik eğitiminden olsa gerek, benim aklıma ilk önce denklem geliyor mesela. Biraz da denge sözcüğünün Türkçe anlamının mekanikteki dengeye yaslanmasından. Sonra denk gelmek, denklik. Denk gelmenin aynı zamanda tesadüfü yanında getirmesiyle olasılık hesaplarına girmek de olası. Denge hakkında bir dosya yapıp kimselerin diyalektikten bahsetmemesi de tuhaf geliyor sonra. Diyalektik deyince de yin yang geliyor aklıma, hatta dengeyle pek yan yana gelebilecek bir kavram olmasa da düalizm. Oradan da bir olmak, hatta denkleme geri dönersek özdeş olmak. Zaten yeteri kadar kavram koyduk cebe, yavaştan girişeyim, bakalım nasıl toparlayacağız.
Matematikte denklem iki sayısal değerin eşitliğini gösterir. Eşitlikten de kasıt, denklemin iki tarafındaki değişkenlerin değerlerinin eşitliğidir. Değişkenler ne olursa olsun eşitlik değişmiyorsa elimizde bir özdeşlik, yalnızca bazı değerler yerine konulduğunda eşitlik sağlanıyorsa elimizde bir denklem vardır. Ya da bir başka deyişle x2 – 3x = 0 eşitliği x=0 ve x=3 olduğunda geçerlidir, dolayısıyla bir denklemdir. Özdeşlik için de bir eşitlik yazmaya gerek yok herhalde. Formüllerle kafa bulandırmayayım daha fazla. Bu paragraftan hatırlayacaklarımız, denklemlerde bir ölçülebilirlikten bahsettiğimiz ve daha sonra geri döneceğimiz özdeşlik kavramı. Çünkü denge ile denklem arasındaki fark özdeşlik.
Sıradan devam, fizikte denge, mekanik ve termodinamik denge olarak ikiye ayrılır. Termodinamik denge hususuna mecmuanın şubat sayısında bir hayli girmiştim, entropiyi anla(t)maya çalışırken (dileyen hatırlamak için sayıya uzanabilir ya da kargamecmua.org adresine göz atabilir). Burada daha çok mekanik denge üzerinde durmak istiyorum, çünkü dediğim gibi gündelik dilde denge dediğimiz zaman mekanik dengeden bahsediyoruz. O da katı bir cisme etkiyen tüm kuvvetlerin toplamının sıfıra eşit olması demek. Cisim katı değil ya da aldığı etkiler sonucu deforme olabilen bir cisimse, en basit anlamıyla kuvvetler ve momentlerin toplamının eşitliği dışında hareket enerjisinin de değişmemesi gerekir dengede kalması için. Kafaları daha fazla karıştırmayayım katı, sıvı, gaz falan diye diye. Özetle günlük hayatımızda gerçekleştirdiğimiz ya da etrafımızda gerçekleşen hemen her basit denge durumu, toplam bileşke kuvvetlerin sıfıra eşit olması (ve / ya kinetik enerjinin değişmemesi) nedeniyle oluşuyor. Tabii ki klasik fiziğin kuralları üzerinden konuşuyorum. Parça altı boyutunda mekanik hareketlerin incelenmesi karışır. Dengeden değil görecelikten bahsetmeye başlarız. Neyse, özetle buz tutmuş bir yolda yürüyorsan ellerini cebine sokmayıp gerekli durumlarda kollarını açman, denge sağlaman gerekiyor. Başka bir deyişle vücuduna etki eden kuvvetler eşit olacak.
Geçelim denk’e. Denk, uygun demek. Mesela cümle içerisinde kullanırsak “denk kuvvetlerin mücadelesi”, nitelik olarak eşit iki takımın mücadelesidir. Bir de hayvanları yüklerken sağa ve sola konan yük parçalarına denk denir, eşit ağırlık anlamında. Yani yerçekimine maruz kalmaktan kurtulamadığımız için mekanik dengeden bahsediyoruz yine. Ama bu kadar mekanik yeter, bu paragraftan da niteliksel eşitlik kısmını alalım.
Denk gelmek başka bir durum. Yukarıdaki gibi uygunluk anlamı dışında bir de rast gelmek anlamı var. Rast ne demek peki? Farsça’da doğru, düzgün, haklı, gerçek demek. Bir de hedefi vurmak. Yani denk gelmek, uygun gelmek, düzgün gelmek vb. demek. Öyleyse Farsça bir köke ulanan Türkçe eklerle oluşmuş rastlantı ya da Arapçası tesadüfü ne yapacağız? Çünkü her ikisi de olayların gelişigüzel, ölçülemeden, nedensellikten yoksun bir biçimde gerçekleşmesi demek. Şimdilik bir şey yapmayacağız, yazının sonunu bekleyeceğiz.
Gelelim diyalektiğe, yani Antik Yunan’dan beridir kullanılan ve Hegel’in geliştirdiği, Marx ve Engels’in bugünkü haline getirdiği akıl yürütme yöntemine. Antik Yunan’da doğruya ulaşmak için düşüncenin tüm karşıtlıklarını sıralayıp, bunları aşmaya çalışan mantık dizisiydi diyalektik. Heraklitos “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz,” sözüyle değişimin kaçınılmazlığı sonucuna, Elealı Zenon ise diyalektiği kullanarak hareketin olanaksızlığına ulaşmıştı. Yüzyıllar sonra diyalektiği formüle eden Hegel, mutlak düşüncenin tez, antitez ve sentez sıralamasından geçerek gerçekleşebileceğini söyledi. Bu demekti ki tüm mantık ve tarih, çelişkilerini (karşıtlıklarını) aşabilmek için sentez çelişkiler yaratmak zorundaydı. Marx ve sonrasında Engels ise Hegel’in düşünceyi merkeze alan sisteminin yerine maddeyi alarak diyalektik materyalizmi oluşturdular ve maddenin ya da insan düşüncesindeki hareketin genel yasalarını inceleyen bilim olarak tanımladılar. Peki bunların dengeyle alakası ne? Zenon zıtlıkları dengeleyip hareketin olanaksızlığına varmıştı zaten ama tez-antitez-sentez üçlemesi de sonuçta kendi içinde denge haline ulaşıyor. Ama diyalektiğin ana kurallarını hatırlarsak daha dengeli olacak: Her şey birbirine bağlıdır, her şey içinde tersini de barındırır, her şey değişir ve niceliğin (ölçülebilirliğin) artması niteliği de arttırır.
Hiç beklemeden yin yang’a geçelim öyleyse. Bilmeyen yoktur herhalde ama ben bir yere varmaya çalıştığım için bir daha yazacağım. Yin yang felsefesine göre her şey iki kutupludur ve birbirine karşıttır. Ve yin yang sembolündeki daire bir’i, bütün olmayı temsil ederken, yalnızca iki zıt kutba bölünürse var olabilir. Kutuplardan biri olmadan diğeri olamaz. Yin, içerisinde küçük bir yang barındırsa da (ve tam tersi) yalnızca birlikte olabilirler. Ve sürekli birbirlerine dönüşürler. Dönüşümler uyumlu ya da uyumsuz olabilir. Ama aralarındaki denge asla gerçekleşemez. Sadece sürekli dengelenmeye çalışırlar. Sürekli kendi alt yin ve yang’larına bölünürler. Bütün ve onun bağımsız parçaları ayrı ayrı hiçbir anlam ifade etmez. Yani yin yang sembol olarak tam bir denge halini ifade etse de, dairenin ortasından geçen S’nin üzerinde yürümek pek mümkün değildir. Yürüyene helal olsun. Nirvana, en el hak, bir olmak. Oluru var yani. De…
Hemen peşine azcık dualizm. Yani daha en başından beri tüm var oluşları birbirine indirgenemeyen zıt iki unsura ayırma düşüncesi. Descartes’le birlikte aydınlanma çağının ve sonrasında tüm insanlığın her bir şeyi algılamasında başvurduğu algılama biçimi. İyi-kötü, ruh-madde, aydınlık-karanlık… İçinde bulunduğumuz dünyayı bu hale getiren ve artık ilkelliği belli olmasına rağmen hâlâ yakamızı sıyıramadığımız musibet. Yin yang’dan farkı ne, yin yang bir bütündür, ama her şeyi ikiye ayırırsan, birleşmez. Düalizm (mesela) iyi ve kötüyü dengelemeye çalışmaz. Gri alan bırakmaz. Ama siyahın içinde beyaz bir nokta, beyazın içinde siyah bir nokta vardır. Kuantum fiziğinin de gösterdiği gibi, aslında her şey görelidir, tüm algılamamız gri bir alandır.
Şimdi, son olarak, özdeş kavramına bir bakalım. Özdeş, bir ve aynı olan demek. Denkleme geri dönersek, sadece eşitliğin iki tarafındaki ölçülebilir değerlerin değil, niteliklerin de tıpa tıp aynı olması demek. Yani matematiksel denklemin kapsadığı alanı da kapsayan bir eşitlik. Mutlak denge belki. Yin yang’ın S’si üzerinde yürüyorsanız eğer, evrenle bir olmuşsunuzdur. Her şeyle özdeş. Nadir de olsa bazen konuşulanları denklem olarak görmeye başlıyorum, karşımdakinin ağzından formüller çıkıyor. Bu yüzden matematikçi olmamama rağmen -ispatlanamamış olanlar dahil- evrendeki her şeyin denklemlerle ifade edilebileceğini düşünüyorum. Bunu ben bile yapabiliyorsam… Özdeşliğin, yani eşitliğin iki tarafındaki sayısal ya da niteliksel değerlerin eşit olduğu durumlar mümkün. Ancak denge söz konusu olduğunda benim aklıma eşitlikten çok değişim halindeki süreçlerin birbirlerini karşılıklı dengeleme çabası geliyor. İşte burada sürekli bir değişim olduğu için formülasyonu zor belki. Dengenin denklemini yazmak zor.
Ufaktan toparlayayım. Mantık, yolunu bulmak için evet ve hayıra, doğru ve yanlışa ya da 0 ve 1’e ihtiyaç duyar. Aklın böyle çalıştığı düşünülür. Bilgisayarlar böyle programlanır. En fazla olasılıkları dahil edebilir işin içine mantık. Yani “eğer” ve “ise”leri. Ama insan beyni “belki” demeyi sever. Hesaplanmamış (ölçülemeyen) bir olasılığı beklemeyi. Tek ayağınızın üzerinde duruyorken dengenizi sağlayabilirsiniz. İnsan bedeni mekaniktir sonuçta. Ama insan beyni?
Aslında dengenin iki türlü algılanması gerekir demeye getiriyorum. Terazinin iki yanının da eşit olması denge. Mekanik denge. Dilimize yerleşmiş denge. Bir de evrenin, doğanın, insanın yaşamının vb. dengesi var. İşte burada söz ettiğimiz bir denge değil. Sürekli değişim, dönüşüm. Dengelenme çabası.
Basit bir örnek, bu kadar laf kalabalığını sadeleştirir belki. Kadın bir adama denk gelir. Niye olduklarını anlamadan birbirlerine çekilirler. Diyelim ki biri olmadan diğeri olamaz artık. Birlikte olurlar. Birlikte kalmak istedikçe de dönüşürler. İlişkide olmak denge gerektirir. Şimdi bu yazıda kalınlaştırılmış bütün ifadeleri bu örnek içinde düşünün. (Yeri gelmişken, evli çiftlere sesleniyorum, birbirinize “eşim” demekten vazgeçin. Kimse kimsenin eşi olamaz.)
Demeye çalıştığım; iki ayağının üzerinde dengede duran dengesize insan denir.