Hâlâ Neva’ya Gidenler


Rafet Arslan

“Neden korkuyorsun, ruhumuzun Şeytan'ın eline geçmesinden mi?"
"Hayır, ona verecek bir ruhumuz olmamasından."
Kesişen Yazgılar Şatosu / Calvino

 
Zaman göçebe bir tanrı, ama insanlar bunu idrak edemiyorlar…
 
Paris Sıkıntısı’nda yoksulların gözlerinden bahseder Baudlaire. Sevgilisi ile otururken yeni açılmış, renkli ve neşeli bir Paris kahvesinde paçavralar içindeki 3 yoksul, dışardan mekânı açılmış gözlerle izlemektedir. Şair büyülü bir ilgiyle büyüyen bu yoksul gözlere, biraz utangaç bir duygu seliyle bakar. İçine daldığı romantik ruh halinden onu, sevgilisinin “Kahveciye söyleyin şunları uzaklaştırsınlar,” sözleri çıkarır.
 
Baudlaire; Paris’in leş arka sokaklarında defalarca şeytan ile yüzleşebilmiş, gözlerinin içine bakabilmişti. Ve bu yüzden bir bankerin ya da yoksulun gözlerinin içine de bakabiliyordu. Yoksulluğu ortadan kalkmayacağını bilip ama bir yoksulunun gözlerinin içine bakabilen Baudlaire, vahşi bir ironi ile kentsoylu uygarlığa şöyle sesleniyordu: yoksulları dövelim!
 
Zaman göçebe bir tanrı, ama insanlar tinsel bir sefalete teslim olmuşlar…
 
Yoksullukla ile yoksunluk aynı şeyler değil. Yoksul aynı zamanda yoksun, ama yoksun hep yoksul olmak değil. Aidiyetsiz, göçebe, düzensiz varlığımızdan beslendiğimizi düşünenler çok yanılıyorlar. Benim üretme arenam, ruhun gündoğumları ve batımlarıdır; bedensel sefaletin ücra köşelerinde değil.
 
Yoksulluk ya da yoksunlukla sanat-edebiyat üretmek için Henry Miller gibi safkan orospu çocuğu olmak gerek. Karanlığın da bir adabı olmalı, Ece’nin (Ayhan) deyişiyle “haklılığın inadı”. Bizi şimdiden sefaletin şehitlik mertebesi ile onurlandıranlar, yanılıyorlar.
 
Zaman göçebe bir tanrı, ama insanlar körlüğü tercih ediyorlar…
 
(İlhan) Berk mekân olarak evin poetik felsefesini yaparken, Ece yersizliğin-yurtsuzluğu kelimenin -Deleuzecu anlamıyla değil- sözlük anlamında gerçeğini yaşadı; sokakta kaldı, sokağın-dilsizliğin-evsizliğin-ötelenmişliğin etikçiliğini yaptı. Ama sanatı yoksulluk edebiyatı değildir Ece’nin, sonsuzluğa ulaşmaya çabasında bir mana arayışıdır, aynı zamanda.
 
Zaman göçebe bir tanrı, ama insanlar kötülüğe tapıyorlar…
 
tepelere bak -şimdi yüzüme
gözlerimi farkettin mi- doğru mu yerleri?
bir Mantovani perde arkası -buruşuk- mide katının üstünden
pembe gölgelerle ezilmiş pamuk tiftiği kadar yumuşak bir ses
genetiğini etkili kozmetiklerle saklayabilirsin
ancak bu bukalemun büyüsü trajikliğiyle ünlü
tepelere bak -şimdi yüzüme
gözlerimi farkettin mi- doğru mu yerleri?
 
Siouxie And The Banshees / Heavenly Place (çeviri: Ozan Durmaz)

 
Kadıköy’de 2 kıştır sokakta geceleyen ana-oğul var. Yanlarında gezdirdikleri, geçmişlerini sıkıştırdıkları koca valizlerle. Onların gözlerine bakınca, artık Baudlaire’in duyumsadığı musikiyi hissedemiyorum. Aslında gözlerine bakmaya korkuyorum, bir şey deseler yanıtım yok, utanıyorum varlığımın anlamsızlığından. Sadece baharın yaklaşmasına seviniyorum, sıcakların yaklaşmasına, yağmurların dinmesine. Ki yağmurlar bile artık günahlarımızı yıkamaya yetmiyorlar.
 
Sekiz aylık yersizlik nedir ki, yaşam dediğimiz bu koca misafirlikte. Ve hâlâ nefes almak ruhun uzun çöllerinde.
 
Zaman göçebe bir tanrı, fakat ertelenemiyor hiçbir sancı…
 
Sokakta olmak ile sokakta yaşamak aynı şeyler değil. Düşmüşlüğü şiirselleştirmek artık sanatın-edebiyatın ödevi olamaz, rahat bırakmak gerek, o keskin acıya hapis insanları. Kahramanlara değil itaatsizliğe ihtiyacımız var.
 
Görenleriniz vardır, Kadıköy de hep oturduğumuz, düşlediğimiz, içtiğimiz, Aktif ve Kolektif eylediğimiz bir merdiven var. Tek büfeden “eski” Havuzlu Park’a (ona eskiden helikopter mi derdi birileri?) çıkarken. Aylarca merdivenlerinde takıldığımız, terk edilmiş, kapısı kitli binaya nasıl gireceğimizi konuştuk; bir sahibi, izin mercii var mıydı ki?
 
Mart ayı içinde birkaç sokak insanı yerleşti, işgal etti o binayı. Artık yaşayarak deneyimledik bildiğimiz bir gerçeği, bir mekâna girmek için anahtarlara gerek yoktur. Şimdi, merdivene her gittiğimizde içeride yaşam alanlarına saygı duymamız gereken insanlar var.
 
Zaman göçebe bir tanrı, ama yaşam koca bir jungle, vahşi bir av sahası…
 
Taksim… Beyoğlu Karakolu’nun sokağı ve hâlâ Neva’ya gidenler var. Belki onlar sürekli tekrar eden bir zaman-mekân algısına sahipler. ‘90’ların kurşuni parıltısı geçeli çok oldu, o zaman yeraltı vardı, şimdi ise best-seller bir yeraltı edebiyatı. Neva’nın eski ışıltısı yok, bildiğimiz dostlar uğramaz oldular. Karga Salih’te pek gelmiyor, arada Sibel Abla (Torunoğlu) demleniyor. Her Çarşamba rakı her Perşembe şiir geceleri yapılıyor, 2. Yeni’yi saymazsak toplumcu gerçekçi şiirler okunuyor. Ama hâlâ yitik kuşaklardan arta kalan müdavimleri var ve arka sokaklarda stensiller “tek yol Neva” diye…
 
Zaman göçebe bir tanrı, ama yaşamak diyoruz hâlâ büyüttüğümüz sanrıya…
 
Ancak sonsuzlukla bütünleşebilen bir öznellik bizi gerçek uyuma, saflığa ve dengeye kavuşturabilir. Bir gün dünyayı sokaktakinin gözüyle görebilirse bu köhne toplum, ilk kez tek bir tını yakalayabilir evrenin sonsuz türküsünden.
 
Zaman göçebe bir tanrı ve insanlar hâlâ duymuyorlar… baypersembe@gmail.com