DENGESİZSİN ÇÜNKÜ
Sebebi nedir bilemiyorum fakat çocukluğumdan beri denge sporlarına karşı büyük ilgi duydum. Senede bir iki kere falan çıkan bir Beach Boys klibinde ya da işte herhangi bir Amerikan filminde aniden ortaya çıkan dalga sörfçülerini hayranlıkla izledim. Babama sordum durdum ama hayır, bizim memlekette o kadar büyük dalgalar yokmuş. Ben de gayri ihtiyarı olarak -o zamanlar bilmemin mümkün olamazdı tabii- yine sörfçüler tarafından, dalgasız günlerde vakit geçirme eğlencesi olarak icat edilen kaykaya yöneldim. Sonuçta ruhum sörfçüydü! Fakat bu yönelim uzun sürmedi. Çünkü ikinci gün feci düştüğümde kutsal kasedeki ızdırap verici ağrılarımı saklamayı başardıysam da üçüncü günkü düşüşümde bileğimde ikinci bir eklem gibi sallanan kırığı kimseden saklayamadım. Kaykayımın tekerleklerinin sökülüp dekoratif maksatlarla kullanmam için bana verilmesinin acısı, kırığın acısından fazladır. “Aradaki fark hançer yarası ve dil yarası arasındaki farka eşittir,” diyeyim ben. “Kaykay bizim sokaklara uygun bir spor değildir,” demişti babam, kuşkusuz ki haklıydı da..
Kış sporları da ilginç olarak, ortada bazı maddi ve kültürel gerçeklikler de olsa hiç bir zaman ilgimi çekmemişti. Ta ki evet, ta ki tek parça genişçe tahtayı iki ayağına takmış şekilde dağdan inen azgınları görene kadar. Neden bu kadar zaman hiç bir kayakçı ilgi çekici gelmemişti de bir snowboard'cu beni bu kadar etkilemişti, bilemiyorum. Ama gerçek olan bir şey varsa, bu sporda dalga sörfü ve kaykay gibi aynı gurubun bir parçasıydı ve evet, başka memleketlerde coğrafi koşulları uygun, maddi durumu sıkıntısız insanlar yazın sörf, kışın board yapıyorlardı. “Bu bizim dağlarda da yapılıyordur mutlaka, neden olmasın ki,” demişti babam, kuşkusuz haklıydı da.
Sörfü kafadan pas geçmiş, kaykaya üç gün devam edebilmiş birisi olarak artık biraz da kazık kadar olmuştum belki ama işte oradaydım, dağ eteğinde, ayağımda bir board ve ilk dersimi almak için hazır bekliyordum. Fakat fazla masraf olmasını istemediğimden uygun kıyafeti almamıştım ve üst tarafım kat kat giyinik, altımda bir kot pantolon, ellerimde yün eldivenler falan ile hayatımın en zor anlarını geçirmeye hazırdım ama bunu bilmiyordum. Akşam eve telefon ettim, sürekli kara oturmaktan popom çok feci üşümüş ve çok ağrıyordu. “Kar soğuğu eti çok kötü keser demişti,” babam, kuşkusuz haklıydı da. Diğerlerine göre bu sporda biraz daha yol almış ve denge sporunun ne olduğunu anlayabilmiştim belki ama asla istediğim ilerlemeyi kat edemedim. Tümseklerden zıplmasına zıplıyordum ama asla konamıyordum. “Esas mesele de bu,” demiştim. Uçmak değil, konmak. “Bir pilot olsan evet ama bu sporu yaparken uçman şart değil ya,” demişti babam. Yani bence haklıydı ama ben de heyecan arıyordum biraz.
Bu sefer kendimi suya attım. Fakat rüzgar sörfü değil de, yedi sekiz yıl önce memlekette yeni yeni başlayan uçurtma sörfüydü aklımı alan. Yelken yok, tepede uçan, 20 metrelik iplerle belinize taktığınız bir trapeze bağlanmış 10 metrekare civarı devasa bir uçurtma! Ayakta yine bord tabi. Bu sefer olabilecek en zor denge sporuydu aklıma düşen ve deniz kızı saplantısındaki balıkçı gibi tüm artan zamanımı, paramı, her şeyimi bu spora yatırırken buldum kendimi uzunca bir süre. Fakat öğrenemiyordum. Millet uçup gidiyor, havada taklalar atıp suya konuyor, manitaları kendisine hayran bırakıyordu. Ben ise en basit bir çıkış ve hafif rüzgar üstü tırmanışlarını bile zar zor becerebiliyordum. Sağ tarafıma gidiyor, soluma dönemiyordum. Olabilecek her türlü rezilliği yaşadım. Sırt adelem yırtıldı, kalabalık bir gurubun önünde artistlik yapacağım derken kontrolünü kaybettiğim uçurtmam beni karaya doğru hızla çekti önce ve devamında suda seken taş gibi -ama karada- beni yere vurdu kaldırdı bir kaç kere ve en sonunda da uzaklardaki bir çalının içine doğru götürdü, bıraktı. Sonra bir keresinde başkasıyla çarpıştım, tekneyle çarpıştım velhasıl ne kadar diyet ödediysem de bu sporu bir türlü istediğim gibi öğrenemedim. Neden?
”Çünkü dengesizsin,” demişti babam bir keresinde.
Şüphesiz haklıydı da...