İKİZ KULELERDE KUSURSUZ DENGE
“Gerçeklik aşırılıklarımızın, ölçüsüzlüklerimizin, dengesizliklerimizin bir eseridir… Birazcık açık görüşlülük en baştaki durumumuza indirger bizi: Çıplaklık.”[1]
Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı E. M. Cioran yaşamın bunaltıcı ağırlığında tek teselliyi intihar fikrinde bulduğunu söyler. Ama yaratılışın esrarengiz çekiciliğine kapılarak hayatını sürdürecek ve direnmek için çareyi suyu taklit etmemizi söyleyen Tao öğretisinde bulacaktır: Hiçbir çaba göstermemek ve hayatı sükunetle göz önünde bulundurmak. Eğer Cioran gibi bir ezeli mağlupsanız ve tıpkı onun gibi fazla ileri gitmenin kaçınılmaz şekilde bir zevksizlik örneği olduğunu düşünüyorsanız ip cambazı Philippe Petit’nin tutkulu hikâyesini anlatan Man on Wire filmi sizde de bütün dünyada yarattığı coşkulu heyecanı yaratmayabilir. Çünkü çok açıktır… İkiz Kuleler’de Philippe Petit de fazla ileriye gitmiştir.
Yönetmenliğini James Marsh’ın yaptığı film gösterildiği yıl popüler sinemanın Kâbe’si Oscar’dan başlayarak aralarında Sundance, Karlovy Vary gibi prestijli isimlerinde bulunduğu pek çok film festivalinden en iyi belgesel ödülünü alarak döndü. 2008 yılında çekilen film bundan 34 yıl önce gerçekten yaşanmış soluk kesici bir anıyı tekrar canlandırmaktaydı. Daha önce Natre Dame de Paris ve Sydney Harbour Bridge’de yaptığı tel üstündeki yürüyüşlerle adını az çok duyurmuş olan ip cambazı Philippe Petit bu kez insan aklını zorlayan görüntüler eşliğinde çılgınca bir işe kalkışır. Nasıl yaparsa yapar Dünya Ticaret Merkezi’nin 43 metre açıklıktaki iki kulesi arasına çelik kabloları döşemeyi başarır ve tele adımını attıktan sonra yaklaşık 45 dakika sürecek insanlık tarihinin en etkileyici yürüyüşlerinden birini gerçekleştirir. Şüphesiz ki 417 metre yükseklikte, elinde 25 kg ağırlığında bir sopayla yürümek sadece yetenek değil aynı zamanda cesaret ister. Ama Petit’nin gösterisini yaptığı yer öyle bir yerdir ki sadece cesaretini alkışlayıp kenara çekilmek mümkün değildir. Petit sadece orada yürümek için değil, oraya çıkmak için de olağanüstü bir çaba göstermek zorundadır. İkiz Kuleler kapitalizmin küstahlığının, kibrinin biricik simgeleridir çünkü. Tepesine ulaşmak zordur. Ötekine dönüp bakmaz, kolay kolay içine almaz. İkiz Kuleler karşısında kendinizi bir böcek gibi çaresiz hissetmeniz kaçınılmazdır. Güçlü ve sarsılmaz olduklarına sonsuz güvenerek ölümü reddederek yükselirler zirveye doğru. Baudrillard’ın tespitiyle meydan bile okumaz, kendilerini diğerleriyle karşılaştırmazlar: “… Binalar kusursuz bir şekilde dengelenmiş ve birbirlerini görmeyen birleşik kaplar biçimindedir. Birbirinin aynı iki tane gökdelen olması her türlü rekabetin, her türlü özgün gönderenin sona ermiş olduğu anlamına gelmektedir…”[2] İkiz Kuleler bu vahşi sisteme son biçimini verirler.
Philippe Petit’nin kimilerince yüzyılın en büyük sanatsal suçu olarak nitelenen yürüyüşü, vicdanı antikapitalist öğretilerle kırılganlaşmış bizler için çok şey vaat eder. Adeta bir fetihtir. Ama hevesimiz kursağımızda kalacaktır.
Petit 17 yaşındayken, kendi anlatımıyla dişçide sırasının gelmesini beklerken, bir dergide henüz inşaat halindeki ikiz kulelerin çizimlerini görür. Çok heyecanlanır çünkü aylardır tek başına çalışarak geliştirdiği becerisini ve yeteneğini doruğa taşıyacağı yeri bulmuştur. İşte burada, dünyanın en yüksek yapıları olmayı hedefleyen bu küstah kuleler arasında yürüyecektir. Kulelerin inşaatının sürdüğü, binaların yavaş yavaş göğe doğru yükseldiği yıllar boyunca Petit de hazırlıklarını yapar. Delilerin, güçlü arzuları olan insanların çekiciliği vardır bu genç adamda. Suç ortaklarını bulmakta zorlanmaz. Bazen gazeteci kılığında, bazen sakat numarası yaparak kulelere girer, incelemeler, çizimler yapar. Binaların maketlerini hazırlar, rüzgarın şiddetini hesaplar. Ve nihayet artık kendini hazır hissettiği bir gece, bu delice hevese kapıldığı günden tam altı yıl sonra, arkadaşlarıyla birlikte binaya girer. Türlü aksiliklerden sonra iki bina arasına çelik kabloları döşemeyi başarırlar. 7 ağustos 1974 sabahı, insanların işe gitmek için yollara döküldüğü saatlerde tele adımını atar Petit. Ve Manhattan semalarındaki muhteşem gösterisine başlar. 417 metre yükseklikte adeta danseder, zıplar, oturur, insanın salt kendisiyle gökyüzüne yaklaşabileceği en yakın mesafeden göğü seyreder, martılarla konuşur. Son olarak kâinata selam verdikten sonra telden iner ve kendisini bekleyen polislere teslim olur.
Filmin yarattığı etkiyi de konusunu da seyretmeden önce duymuştum. İlk izlediğimde ne düşünüyorsam şimdi de aynı şeyi düşünüyorum; aldığı övgüleri hak eden dört dörtlük bir film. Görselliği ve verdiği estetik hazla, hem de sınırlarını kesin bir şekilde çizen dramatik yapısıyla zamanınızı boşa harcadığınızı hissettirmeyen keyfi yüksek bir seyirlik. Yönetmen James Marsh’ın hiç dikkatinin dağılmadığını verdiği röportajlardan anlarız. Amerika’nın diğer halklara karşı işlediği suçların bedelini hepimizin hayatının ortasına kanlı bir şekilde yıkılarak ödeyen İkiz Kuleler’den filmde neden hiç söz etmediğini soran gazetecilere şöyle cevap verecektir: “Olağanüstü güzel bir yürüyüş… kulelerin yıkılışından bahsetmek haksızlık olurdu.” Kanımca istese de bahsedemezdi kulelerin yıkılışından. Elindeki malzeme başka bir şey sunmaz çünkü ona. Azıcık kazısa büyü bozulacaktır. Philippe Petit kulelerin artık orada olmayışları ile ilgili ne hissettiğini soranlara şöyle sevgi dolu bir cevap verecektir: “Oradalar. Benim için o kuleler canlıydılar. Neredeyse insandılar. Nefes alıyorlardı. Hareket ediyorlardı. Geçmeme izin verdiler. Ben yürürken gülümsediler. Benim içimde canlılardı. Dolayısıyla hâlâ oradalar.”[3] E. M. Cioran, “başka bir şey arzu etmek için,” der “zamandan ve mekândan sıyrılmak, yer ve an ile asgari bir yakınlık kurmak gerekir.”[4] Philippe Petit’in gereken asgari yakınlığı fazlasıyla kurduğu ortada. Arzular bu yüzden insana itici gelirler çünkü ister istemez bencildirler.
James Marsh da alttan alta farkındadır Philippe Petit’nin hikâyesinin bütün olağanüstülüğüne rağmen bir kahramanlık hikâyesi olmadığının. O yüzden heyecanlı bir polisiye gibi izlenen filmde sonuna doğru insanı bir hüzün basar. Petit bir kahramandan anti kahramana dönüşmeye başlar. Telden iner inmez kendisiyle onca yolu gelmiş arkadaşlarını, sevgilisini unutur. Başka kadınlara koşar. Hayatının şovunu yapmış, şöhret olmuştur. Kendisine neden böyle ölümcül bir oyuna giriştiğini soranlara; “Ben yaşama arzusu olan bir adamım,” diye cevap verecektir “Hayatımla kumar oynamıyordum. Ben çok daha güzel bir şey yaptım. Hayatımı öteki kıyıya taşıdım.” Orada bize, hayatını bu kıyıda sürdürenlere, kulelerin enkazında üstüne başına kan bulaşanlara yer yoktur. O yüzden büyük felaketten yıllar sonra bile Petit kulelerin hülyasını kurmaya devam edecektir. Petit’in gösterisi biz aşağıdakiler için aslında can acıtıcı bir seyirdir. Çünkü bir gözü karalığa, insanüstü bir azme rağmen zafer değildir. İkiz Kuleler’in kibrini gölgeleyen sevimli bir dokundurmadır sadece. O güne kadar binalar çıkarcı, çirkin ve faydacı bulunurken bu gösteriyle popülerliğini arttırmıştır. Zor kiralanan daireler artık daha yüksek bir bedelden alıcı bulmaya başlar. Zaten Petit’e bu başarısının hediyesi olarak İkiz Kuleler gözlem evine ömür boyu giriş kartı verilecektir.
Sanırım Philippe Petit haklı, İkiz Kuleler hâlâ orada ve koyu gölgesinde tarafsız olmak çok zor.
[1] E.M.Cioran. Çürümenin Kitabı. Metis Yayınları sf:17
[2] Jean Baudrillard. Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
[3] www.cbsnews.com/stories/2009/02/03/eveningnews
[4] [4] E.M.Cioran. Çürümenin Kitabı. Metis Yayınları sf: 34