Sonuna kadar sonu gelmesin diye...

Eda Çizioğlu

Hayata gözümüzü açtığımız ilk andan itibaren biriktirmeye başlıyoruz. Hepimiz başka bir şeye takık doğduğumuzdan, ilkokul yıllarında gazoz kapağı, kalem, silgi, peçete derken, ergenlikle birlikte yerini CD, DVD, playboy ve çizgi romana bırakıyor. Dişi modeller ayakkabı ve çantayı ekliyor yıllarla birlikte. Biriktir babam, biriktir. Kalantor abileri ve devlet babayı CD’ler ve kitaplar kesmediği için tablolar, biblolar, geçmişin izini sürecek objeler toplamaya başlıyorlar. Topladıkça topladıkça, kendilerine sakladıkları bunca kıvır zıvırı paylaşma duygusundan mı, güçlerini göze sokarak gövde gösterisi için mi -pek emin olamıyorum-, bu noktada iş büyüyor, adına müze dediğimiz şehrin bir yerinde dünü saklayan binaları kuruveriyorlar hayatlarımızın içine.
 
Neden biriktiriyoruz, neden bunları bir yerlerde saklıyoruz, neden sergileme ihtiyacı duyuyoruz? Saklamanın, biriktirme dürtüsünün altında ne var?
 
Çöp evler çıkar basında 2-3 senede bir. Hiç bir şeyini atamamış yaşlıca bir teyze ya da amca, eşyaları ile mutludur ama komşular kokudan bayılma raddesine gelince devreye kolluk kuvvetleri sokularak odalar dolusu ıvır zıvır ait oldukları odalardan sökülür ve çöpü boylarlar. Biriktirici teyze ya da amcaya ne olur, bilmiyoruz, onların da sonu mu gelir acaba eşyaları gibi? 3. sayfalarda arkası yarın olmaz, filmin sonunu tamamlamak izleyiciye bırakılmıştır.
 
Daha zengin, güçlü ve sistemli biriktiriciler organize çalışır, özellikli eşyaları toplarlar. Toplumun ilgisini çekecek parçaları tek tek seçip camlı dolapların ardına dizerler. Hiçbir komşuyu rahatsız etmez onların bu odalar dolusu topladığı eşya. Aksine gönülleri fethederler, tarihe saygılı devlet, toplumu yarınlara taşımak isteyen sorumlu vatandaşlar olurlar bu eşya kalabalığı sayesinde.
 
Spesifik ürün düşkünlerini unutmamak gerek, kafayı birisine takanlar, bir bölgeyle bozanlar. Yok olmadan önce ne kadar çok malzeme o kadar iyi diyerek hiç bir açık bırakmaksızın dedektif titizliği ve sigortacı inadı ile istifler, ayırır ve dış dünya sunarlar. Beğenilip, beğenilmemesinin bir önemi olmaz. Onlar mutludur. Sonu gelmesin diye her şey güne hapsedilmiş, görev tamamlanmıştır.
 
Ömrün bir sonu varsa, -ki var, her İstanbullu’nun bildiği üzere Zincilikuyu’da koskoca puntolarla yazıyor “Her canlı ölümü tadacaktır,” diye- sırf adı müze olsun diye değil, kalbi diğerlerinden farklı çarpanlar bu döngünün dışında kalarak sonu gelmesin diye, tek tek sabırla biriktiriler; bir şehrin, bir aşkın, bir insanın tüm anılarını.
Kah hatıraları diri tutarak, kah kentin belleğini tazeleyerek, ki bellek ve anılardan başka nedir ki aslında zaten insanoğlu, sensin son diyerek nanik çekilir o zorunlu sona.
Yenilmezler.
 
Bozcaada’da bir yerel tarih müzesi vardır, bir deniz kabuğu uğruna denizlerin dibinde kendini kaybeden adamın yolu bir gün nadir bir kabuğun peşinde adaya düşer. Hikâye de başlamış olur, kabukların peşini bırakır, adayı toplamaya başlar bu çılgın er kişi.
Orhan Pamuk’un aşkının ardından kurmaya yeltendiği Masumiyet Müzesi’nin, Bozcada modelini, Masumiyet Müzesi’nden yıllar önce kurar.
Adanın üstü hızla örtülmeye çalışan tarihine ışık tutan, ahşap merdivenli yüksek tavanlı eski bir Rum evi, fotoğrafların resmi geçidi ile sizi karşıladıktan sonra, ‘60’ların ‘70’lerin Bozcaada’sına buyur eder. Meyhaneden çıkıp terziye, ordan sepetçiye doğru uzanan bir yol. Fiili olarak olmasa da artık hiçbiri, son diye bir şey de yok orada, şimdi de her şey.