Filmin Sonu
Kerem Erol
Sanırım ortaya atılan her dergi konusuna önce sinema perspektifinden bakmak gibi bir alışkanlığım var. Birkaç aydır işlenen konularda bir bu noktadan hareketle bir şeyler üretmek pek mümkün değildi ama “son” için bir sinema yazısı yazmak benim için kaçınılmaz oldu. Merak etmeyin, Bruce Willis aslında ölüymüş, Kaiser Soze aslında kendisiymiş gibi bir derleme yazmayacağım. Hoş baştan öyle düşünmüştüm, bir sürü insanın izlememiş olabileceği beş on tane filmin bence çarpıcı sonlarını yazıp kaçacaktım. Artık okurken hakkımda ne düşünürdünüz veya okur muydunuz orasını bilemem. Yeni planım ise filmlerin nasıl bittiğine genel bir bakış atmak, ama asla nasıl bitmesi gerektiğine değil, onu bilsem zaten kendim bir film yapardım.
Kendi halinde sinemaseverler olarak izlediğimiz onca filmin içinde öncelikli hatırladıklarımız hep kuvvetli finalleri olanlardır. Vasat seyreden çoğu film eğer bomba gibi bitiyorsa salondan memnun ayrılırız veya sonuna kadar çok iyi giden bir filmde final sahnesi güzel bağlanamamışsa son bir buçuk iki saatimizi hafıza kayıtlarımızdan silmeye daha çıkışa doğru yürürken başlarız. Zekâ dolu bir olay örgüsü ile son beş dakikasına kadar gizemini koruyan, salonda kulaklara fısıldanan bütün tahminleri boşa çıkaran, yazılar geçmeye başladığında bütün beyin kıvrımlarımızı zorlamamıza rağmen en ufak bir mantık hatası veya boşluk bulamadığımız (King Kong’un kapısı gibi) senaryolar tabii ki kuvvetli finaller için önemlidir. Ama yazının adı senaryonun sonu değil de “filmin sonu” olduğuna göre başka şeylerde olmalıdır finali final yapan değil mi? Umarım öyledir…
Önce tersten başlayalım, sıkı filmler nasıl finallerden kaybediyor? Herhalde bazı yapımcılar için seyircinin filmin sonunda mutlu ve rahatlamış hissetmesi, etkilenmiş hissetmesinden daha ağır basıyor. Sonuna trajedi yakışacak bir sürü film, kamera yükselip mekânı terk ederken atılan şen kahkahalarla birlikte tarihin sayfalarına önemsiz seyirlikler başlığı altında gömülüyor böylece. Veya toplumsal değerlere saldıran filmlerde final bir özür dileme bölümü oluyor, sahtekâr sandığımız Amerikan Başkanı melek çıkıyor, Amerikan halkı da bütün i...neliğin başkan yardımcısında olduğunu görüp derin bir nefes alıyor, arkasından kötü konuşulan rahmetli baba azimli kızı tarafından aklanıyor, aile ve babalık kavramları son anda temize çıkıyor, topluma saygılı ve biraz da kaygılı her filmin sonunda bir sürü kötü adam yaptım ama bir sor niye yaptım sıfatında cümlelerle günah çıkarıyor. Bazı filmlerde de final kendini belli edemiyor, aynı mekânlarda, aynı ışıklarla, sabit tempo ve sabit duygu yoğunluğuyla bitiyor bunlar, bizse filmin bitmekte olduğunu artık olabilecek başka bir şey kalmadığından anlıyoruz sadece.
Devamı çekilmeye namzet, ucu açık sonlar da yıpratıyor beni. Ceset torbasının içinde oynaşan bir şeyler, satranç tahtasında kendi kendine oynayan vezir, patlamadan zarar görmemiş bir yumurta, buğulu aynaya yazılmış iki satır yazı, yaptığım şeyin bir kültürel etkinlik değil de düpedüz söğüşlenmek olduğu duygusunu yaratıyor. Devam filmlerine karşı değilim, yanlış anlaşılmasın. Sadece devam adı altındaki tekrar filmlerine karşıyım. Üç filmde dokuzar kişiyi öldüren katil yerine bir filmde yirmi yedi kişiyi öldüren katil benim için evladır.
Sırtını senaryoya dayasın dayamasın bütün filmlerde finalin görkemi bir yönetmen ve oyuncu başarısı aslında. Bangır bangır bağırarak gelen sonlar bile iyi bir yönetmenin elinde tadına doyulmaz bir zevke dönüşür, usta bir oyuncu film biterken koltuğunuzda toparlanmanıza izin vermez, sizi yerinizde çakılı bırakır. Kötü finaller için isim vermek gereksizdi ama burada çok da afişe etmeden basit bir iki örnekleme yapmak beni de rahatlatacak.
David Fincher’ın sürekli yağmur yağan karanlık “Yedi”sinde (Se7en, 1995) final sahnesi pek de mantıklı olmayan bir şekilde çölde geçer. Aslında hepimiz biliriz o kutunun içinde ne olduğunu, içimizden çığlıklar atarız, başka bir son için umudumuzu yaşatmaya çalışırız. Ama içini hiç görmediğimiz kutudaki gerçek de aynı sahnesi gibidir, kör edercesine parlak. “Dört Oda”nın (Four Rooms, 1995) son odasında Tarantino bambaşka bir yöntem kullanır. Bir kesittir anlatılan, kesitlerin finali olmaz normalde ve yönetmen bir kesite yapay bir final eklemektense filmini istediği yerden “keser”.
Oyuncu performanslarının öne çıktığı finaller için çok daha fazla örnek verilebilir büyük ihtimalle ama benim izlemeye doyamadıklarım botlarını tezgâha vura vura parçalayan Gene Hackman (Scarecrow, 1973) ve seyrederken gerçekten öldüğü hissine kapıldığım, benzer bir sonu kendim için hayal edip titrediğim Sean Penn’in (Dead Man Walking, 1995) oyunculuklarıdır. (1995 yılını incelemeye almayı talep ediyorum)
Bütün filmler biter iyi veya kötü. Yazıyı yazarken bir şey fark ettim, (yalan, aslında çoktandır farkındayım) bizde de bir şeyler bitiyor yaşlarımız ilerledikçe. Yıllar önce TRT’de Pazar Sineması kuşağında seyrettiğim Hayalet Avcıları, Indiana Jones, Star Wars (A New Hope) geliyor da aklıma, yazılar akmaya başlarken boğazım düğümlenir, gözlerim dolardı. Nasıl bittiklerinden bağımsız, sadece bittikleri için üzülürdüm. Ayrı bir dünyaydı o zamanlar sinema benim için. Şimdi ise aldığım bütün keyfe rağmen olgunlukla karşılıyorum bitmelerini ve HellBoy’dan çıkarken yüzüme ağlamaklı bakan yeğenimi kıskanıyorum.
“ Bu yazı bütün entelektüel duruşlarına rağmen Hollywood sinemasını seven ve bunu inkâr etmeyen kişilere ithafen yazılmıştır.”
keremerol@hotmal.com