EŞELE, BUL ve ÖLDÜR!
Çeviren ve derleyen: Deniz Koloğlu
1994’te Afrika, Ruanda’da iktidarda olan Hutu yönetimi, ülkedeki Tutsi milletinin varlığından rahatsız gözü dönmüş diğer Hutular ve bazı “bilinmeyen güçler”, olayların öncesinde Hutu halkını sistematik bir şekilde dolduruşa getirip, çoğu maşet birçok kesici aletle donatarak yaklaşık 100 gün içinde yüzbinlerce Tutsi ve de birçok “ılımlı” Hutunun ölümüne sebep oldu. Yaklaşık 1.000.000 insan öldü. Tarihe kanla yazıldı: RUANDA SOYKIRIMI! Dünyadan hiç ses çıkmadı, ne olurken ne de olduktan sonra...
O gün, resmi kıyafetiyle belediye başkanı ve diğer yetkililer gelip bizi bir araya topladı. Uzun uzun nutuk çektiler, işi berbat edeceklerin önceden kulağını çektiler. Tek mevzuat sonuna kadar gitmek, gereken ritmi korumak, kimsenin gözünün yaşına bakmamak ve de bulduğunu yağmalamaktı...
İlk olarak sopayla yaşlı bir annenin kafasını patlattım. Fakat kadın ben vurmadan önce de can çekişiyordu, sanki onu ben öldürmemiştim. Akşama eve döndüm, aklıma hiç gelmedi bile. Ertesi gün iki ayağının üstünde, canlı insanları kestim. Kilise katliamının olduğu gündü. Gürültü yüzünden kim olduğuna bakmadan savurduğumu hatırlıyorum, kalabalığa doğru, rastgele... O kadar sıkışıktı ki doğru dürüst hareket edemiyorduk, dirseklerimiz birbirine çarpıyordu. Bir ara hemen önümde fışkırıveren kan selini gördüm; yere yığılmak üzere olan bir Tutsinin üstü başı sırılsıklam olmuştu. Karanlığa rağmen görüyordum. Maşetimden(*) geldiğini hissettim, şöyle bir baktım, bayağı ıslanmıştı. Korkuya kapıldım ve daha fazla dayanamayıp kimseye çaktırmadan ve ona bakmadan oradan çıkmaya çalıştım...
Katliam boyunca bol bol et yemek için normalden daha erken uyanıyorduk ve dokuza doğru futbol sahasına çıkıyorduk. Şefler gecikenlere bağırıp çağırdıktan sonra avlanmaya yollanıyorduk. Birinci kural öldürmekti. İkincisi... ikinci kural yoktu. Bu çok basit bir organizasyondu.
... Soykırım kelimesini ilk olarak yabancı gazeteciler ve de insan hakları temsilcilerinden duyduk... Çoğumuz ne olduğunu dahi bilmiyorduk... Manzara şuydu; sabahları, yorucu bir günün ardından, yapacak bir sürü işimizin olmasına rağmen düzenli olarak avlanmaya gidiyorduk. Çünkü bütün Tutsileri öldürmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Herkes ne yapması gerektiğini biliyordu, buna bir isim koymaya gerek yoktu.
Beyaz rahipler daha olaylar başladığında kaçmıştı. Siyahi rahiplerse ya katil ya da kurbandı. Tanrı sessizliğini koruyordu, kiliseler içlerine istiflenmiş cesetler yüzünden leş gibi kokuyordu. Eylemlerimizde dine yer yoktu. Kısa bir süreliğine hıristiyanlığı bir kenara bırakmıştık...
“Jean-Baptiste! Eğer Tutsi dölü karının yaşamasını istiyorsan bu herifin işini şimdi bitirmen gerekiyor. Bu bir hain, onlardan olmadığını kanıtla bize!”... Ben karımı güzelliği için seçmiştim. Boylu posluydu, benimle ilgiliydi ve bana sadıktı, onu kaybetmek bana acı veriyordu.
Kalabalık artmıştı, maşeti kavradım, ilk darbeyi vurdum. Fışkıran kanı görünce irkilip gerileyiverdim. Biri beni arkadan kavradı ve iki dirseğimi öne doğru itti. Çok gürültülüydü, gözlerimi kapadım ve ilki gibi ikinci bir darbe daha indirdim. İşi tamamdı, diğerleri beni onaylayıp memnun bir ifadeyle dağıldılar. Geri çekildim. Bir bara gittim. İçkimi aldım, kötüden yana hiç bakmadım bile. Daha sonra öğrendim ki adam benden sonra iki saat can çekişmiş.
Zamanla öldürmeye alıştık.
Maşeti sıkı tutabilecek kıvama gelmiş erkek çocuğu, abisi ya da babası tarafından gruba sokulduğunda onları taklit ederek öldürmeyi kanıksıyordu... Büyüklerimizin ve hatta herkesin bunu yapıyor olması olayı sıradanlaştırıyordu.
Gevezelik etmek isteyen gevezelik, aylaklık etmek isteyen fark edilmemek şartıyla aylaklık ediyordu. Şarkı söylemek isteyen söylüyordu. Cesareti artırmak için özel şarkılar seçilmiyordu... Çok doğal bir şekilde hoşumuza giden geleneksel şarkıları seçiyorduk. Bataklıklarda final düdüğüne kadar eşeleyip bulmak ve öldürmek yeterli oluyordu...
Oğullarına nasıl keseceklerini öğreten babalar gördüm. Maşetin hareketlerini tasvir ediyorlardı. Cesetlerin ya da tutsakların üzerinde onlara nasıl yapacaklarını gösteriyorlardı...
...Bir keresinde çalılıklarda küçük bir Tutsi grubu yakalamıştık. Dua ederek maşetlerimizin inmesini bekliyorlardı. Yalvarmıyorlardı, bizden merhamet dilenmiyorlardı ya da acılarını hafifletmemizi istemiyorlardı. Kendi aralarında dua edip ilahi okuyorlardı.
Akşamları katliamdan sonra toplanıyorduk. Bir arada olmak bizi neşelendiriyordu. Aramızdaki bağ zamanla kuvvetlenmişti. O gün neler yaptığımızı anlatıyor, içkilerimizi paylaşıp birlikte yemek yiyorduk. Kaç kişi öldürdük diye saymıyorduk ama bir şekilde lafı geçiyordu. Katliamlar bizi geveze ve obur yapmıştı...
Bütün çocuklar katliama tanık oldu... En büyükleri, 12-13 yaşın üzerindekiler, zaman zaman katliama katılıyordu bile. Kendi elleriyle öldürmeseler de köpeklerini alıp çalılıkların arasında Tutsi avlamaya giderek olaya ortak oluyorlardı. Okul yok, kilise yok... Bütün bu süre boyunca tek işleri buydu. Tabii bir de yağma olayları var... Belli bir sayı vermek imkânsız ama bir sürü çocuk katil oldu...
Konuşmaya başladığımdan beri kendimi daha iyi hissediyorum. Cezamı çektikten sonra eşime, halkın arasına, bensiz büyümelerine ve hatta beni tanımamalarına rağmen altı çocuğuma geri dönmüş olmakta bir sakınca görmüyorum. Ama öte yandan bir şeyin de altını çizmem gerekiyor; bundan böyle hayatımda derin bir yarık var... Başkaları için nasıldır bilmiyorum, tek bildiğim yargıyla ya da kurbanların ailelelerinin beni affetmesiyle bu yarığın iyileşmeyeceği. Öldürdüklerim dirilse bile, hatta benim ölmem bile işe yaramaz.
Yukarıda okuduklarınız Fransız gazeteci-yazar Jean Hatzfeld’in “Une Saison de Machette”(**) adlı çalışmasından alıntıladığım anekdotların bir derlemesi. Hepsi gerçek. Katiller Pancrace, Élie, Ignace... Olaylardan sonra yargılanmışlar, 6 ila 10 yıl hapis yattıktan sonra gündelik hayatlarına dönmüşler. Hepsi tövbe etmiş. Okuduğunuz üzere açıksözlü bir şekilde ve de ayrıntılarıyla anlatmışlar.
Artık 1.000.000’a yakın insanın katli nasıl özetlenebilirse...; yüzlerce Hutu “birlik” olup ellerinde yarı-kör bıçaklarla sazlıklara dalar gibi Tutsilere dalmışlar. Acıta acıta, vura yırta, kıra parçalaya...
(*) Machette [fransızca]: Tropikal bölgelerde alet ya da silah olarak savurma yöntemiyle kullanılan kalın ağızlı, kısa saplı tek yönlü bıçak.
(**) Seuil yayınları - 2003
dkologlu@gmail.com