Nurgül Polat

Üç Dünyanın Biri


Serkan Kafalı

Üçüncü dünya terimi ilk olarak Alfred Sauvy’un L’Observatour’da 14 Ağustos 1952’de yayımlanan makalesinde kullanıldı. Sauvy bu terimle soğuk savaş döneminde ne komünist Sovyet bloğuyla ne de kapitalist NATO bloğuyla ilişkisi olan, “gelişmekte olan” Latin Amerika, Afrika, Okyanusya ve Asya ülkelerini tanımlıyordu. Bugünse, bir nevi bir anlam kaymasıyla tüm gelişmekte olan ülkeler için de kullanıldığı oluyor bu tabirin.

 
Üçüncü dünya, Fransız Devrimi öncesinde ve devrim sırasındaki imtiyazsız halk kesimine, Tiers Etat’e (üçüncü sınıf) bir referans aslında. Buradaki üçüncü sınıf Emannuel Joseph Sieyes’in Ocak 1789’da yazdığı ve Fransız Devrimi’ni de etkileyen ünlü “Qu’ est-ce que le tiers état” (Üçüncü sınıf nedir?) adlı broşüründeki siyasi sınıflardan biridir. Broşürde sıradan insanlar üçüncü sınıf olarak kabul ediliyordu. Birinci sınıf rahipleri, ikinci sınıf da soyluları tanımlıyordu. Bu üçlüye daha sonra özellikle basın için kullanılan “fourth estate” de katıldı ve dört başı mamur bir siyasi sınıf profili de muvaffakiyetle tamamlanmış oldu denebilir. Ta ki Marshall Üniversitesi profesörü Stephen D. Cooper 2006 yılında yayımlanan “Watching the Watchdog: Bloggers as the Fifth Estate” (Bekçi köpeğini gözetlemek: Beşinci sınıf olarak elektronik günce yazarları) isimli kitabında vatandaşların oluşturduğu medya gücünü, daha önce tanımlanmış dörtlüye bir ek olarak ‘beşinci sınıf’ adıyla önermesine kadar. Tekrar bu yazıdaki çıkış ve esas odak noktamız olan üçüncü dünya tabirine geri dönersek, Sauvy üçüncü dünyanın tıpkı üçüncü sınıf gibi hiçbir şeyinin olmadığını ve “bir şey” olmak istediğini yazar. Üçüncü dünya da üçüncü sınıf gibi sömürülmüştür ve kaderini değiştirmesi devrim çapında bir değişime bağlıdır. Akademik çevrelerde üçüncü dünya ülkeleri (gelişen ve gelişmekte olan ülkeler) için “Global South” terimi de kullanılır. Bazı çevreler ise “gelişen” ve “gelişmekte olan” ülkeler tabirlerine, endüstriyelleşmeyi sürekli bir ilerlemeyle bağdaşık gösterdiğinden dolayı itirazları da vardır.
 
Yazının buraya kadar olan kısmına dair daha kapsamlı bilgiyi ekşi sözlük ve wikipedia’dan kolaylıkla edinmek mümkün; kendilerinden ziyadesiyle faydalanıp kaynak belirtmemek gibi bir terbiyesizlik yapmayalım. Ancak üçüncü dünya ve bu kavramı oluşturan, yakın ilişkide bulunan, hatta bin kola ayrılan kavramlar ve olgulara bakıldığında üçüncü dünya, neresinden tutacağınızı bilemeyeceğiniz sonsuz kollu bir karmaşaya dönebiliyor kolayca.
 
Üçüncü dünya, her şeyden önce benim gözümde bir öteki olmayı hatta daha da kuvvetli olarak ortada kalmışlığı çağrıştırır; yerleşikliğin teşkilindeki eksikliği. Bu terime kaynaklık eden ve üçüncü sınıf olan avamın o zamanlardaki durumuyla bugünün üçüncü dünyasındaki orta sınıf mensubunun ruh halleri arasında da dağlar kadar fark olmalı. İmtiyazsız alt sınıfların sömürülmesi yüzyıllar boyunca öz olarak değişmese de yapılanın nasıl göründüğüne bir zamandır çok daha fazla özen gösterildiğinden ve buna bağlı olarak alt sınıfların hayat tahayyülündeki farklılaşmadan dolayı “bir şey olmak” isteğinin yöneldiği nesneler arasında, derin bir ayrışma olması kaçınılmazdı zaman içinde. Bunların ötesinde artık küresel manada son derece etkin olan kültürel ve estetik kodlar ihracı sebebiyle sürekli batıya çeken bir arzular dünyasıyla tuhaf milliyetçi argümanlarla sulanan, gübrelenen ayrık otları gibi neye yaradığı, hayatta neye karşılık geldiği pek de belli olmayan izolasyonist hezeyanın ortasında, beynamaz kalmışlığa da karşılık gelir biraz üçüncü dünyalı olmak. Bu ortada kalmışlık, bir şeylere, ulaşılabilecek nimetlere geç kalmışlık hissiyatı, kurnazlığı besler zihinlerde. “Model almak” bu kurnazlığın oluşturduğu en nadide kısayollardan biridir; en güzeli, modası da geçmez hiç. Namık Kemal’in 1870’lerde İbret gazetesinde yayımlanmış makalelerinde de, Ziya Gökalp’in 1920’lerde yazdıklarında da terimler biraz farklı olsa da batının “tekniğini, çalışma yeteneğini ve usullerini alalım ama içeriğe, kültür ve siyasete dokunmayalım,” deniyordu. 11 Ocak 2008 tarihli Radikal gazetesinde de Deniz Baykal, Türkiye ne olur tartışmalarındaki Malezya modelini görüyor ve arttırıyor: “Türkiye 20 yıl sonra İtalya gibi olmalı. Ama aynı şeyi bugünkü iktidar söyleyemez. İtalya’nın karşısında Malezya olsa bunlar tereddütsüz onu tercih ederler”. Türkiye’nin ne olacağı konusundaki bu tadına doyulmayan tartışmalar sırasında herkesin hatırlayacağı gibi İran ya da küçük Amerika olmak gibi seçeneklerin de revaçta olduğu zamanlar oldu. Kör bir kimseye benzemezlik, kimseyi beğenmezlik üstünden dilini kuran kibirli bir miliyetçiliğin kendini tarif etmek ya da kendi farkını belirtmek için neden illa kaba genellemelerle, aslında öyle ya da böyle burun kıvırdığı ülkelere muhtaç olan bir dile mahkum kaldığı da apayrı bir mevzu. Model almak / almamak konusuyla ilgili Metis Defter’in Bahar 2001’de yayımlanmış kırküçüncü sayısı meraklısına gayet bereketli bir kaynak olabilir.
 
Üçüncü dünyalı olmak insanın iliklerine kadar da işleyen bir hal; bu varoluş şeklinin iyisiyle kötüsüyle ne derece köklü bir hesaplaşmaya girişilmiş de olsa, bilgisayara yüklenmiş bir programın işletim sistemindeki kuytu izbe bir yere izini bıraktığı gibi iliklere kadar işleyen bu halet-i ruhiyeden büsbütün arınmak mümkün değil neredeyse hiçbir zaman. Bu hali büsbütün bir kötülük iması olarak kullanmasam da üç dünyanın üçüncüsünde yaşamak, argodan aşina olunduğu üzre çokca üçün biriyle muhatap olmayı da getirir beraberinde.
werelone@gmail.com