Steve McQueen: Sinemayı Özgürleştirmek…
Kaan Karsan
Bağımsız sinema, yalnızca fikir aşamasında bile bir başkaldırıdır. Sinemanın günden güne daha fazla sektörleşip tüketime dayalı bir sanat dalı haline gelmesine karşı, çekinik gibi gözüken, sessiz ve çarpıcı bir yan-yoldur. Eğer markalaşmış bir isimleri yoksa, paranın kokusunu takip eden yapımcıların elinde kuklalara dönüşen yönetmenlerin yaşadıkları tutsaklıkların anti-tezidir. Tıpkı dünyaya egemen olduğu gibi sinemaya da egemen olan para mefhumu, sanat ve sanatçının elini kolunu bağlayadursun, ortaya bir anda hâlâ bizi fazlasıyla heyecanlandıran ve sinemanın geleceği için bize umut veren zatlar çıkabiliyor. İşte sinema çevrelerinde pek az kişinin tanıdığı Steve McQueen de, bundan birkaç sene önce Hunger ile bizi bir güzel pataklarken, sinemanın her daim yeni ve özel şeyler sunabileceğinin altını çiziyordu. Bizi sinema koltuğuna çivileyip, özgürlüğü özgürce anlatıyordu.New York’daki meşhur film okulu Tisch’deki eğitimini sinemasal metotlara gereğinden fazla bağımlı olduğu için bırakan bir sinemacıdan bahsediyoruz. Zaten bu açıdan yaklaşınca McQueen’in, Andy Warhol’dan etkilenmiş olması da ayrı bir anlam kazanıyor. Sinemayı başka bir şeye dönüştürmeye çalışmadan, elindeki hikâyeyi tamamen kendine özgü bir stille kuran Steve McQueen, farkı tam olarak sinema algısında yaratıyor.
Özgürlüğü ve bağımsızlığı karakteristik özelliklerinin en başında tutan yönetmenin ilk filminin IRA ve Bobby Sands üzerine olması da elbette ki bir tesadüf değil. Minimalist sinemanın bütün elementlerini ihtiva eden Hunger’ın bir de tarafsız ve özgürlükçü bir meselesi var. İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun 1981’de Thatcher muhafazakârlığına, açlık grevini bir silah olarak kullanarak verdikleri savaş üzerinden dönemsel bir buhrana odaklanan ve tabiri caizse buz gibi bir sinemayla meramını dile getiren Hunger, McQueen’in uçsuz bucaksız cesaretini müjdelemenin yanı sıra tarihe şahitlik edebilecek bir deneyime dönüşüyor.
McQueen’in yılmaz anlatım yöntemleri de, tabii ki, ilk uzun metrajlı filmi olan Hunger ile ortaya çıkıyor. Kamerasını sabırlı bir gözlemciye dönüştüren ve setlerde “kes” diye bağırmaktan nefret eden yönetmen, gerçeklik hissiyatını zirveye taşıyor. İnce elenip sık dokunmuş sahneler birbirini izlerken ortaya bir de tamamen bu filme özgü, fazlasıyla özel bir atmosfer çıkıyor. Böylece Hunger, başı muhafazakârlıktan ve düşmanlıktan kurtulmayan her topluma uyarlanabilecek yaklaşımıyla hem zaman hem de mekân ötesi bir sinema tecrübesi haline geliyor. Zaten McQueen’in politik taşlaması ve vicdanı ön plana çıkaran tavrı, sadece geçmişe yönelik değil.
Hunger’ın gösterildiği her yerde el üstünde tutulması sonucu Steve McQueen’in sinemasına dair heyecanlar ve beklentiler artıyor. Henüz ilk filmiyle son derece olgun bir iş kotarmış olan yönetmen sevdiği oyuncusu Michael Fassbender ile yeni bir çalışma ortaya koymak için birkaç sene sonra yeniden kollarını sıvıyor. Hunger ile de temelde bir ulusun yalnızlığını anlatan İngiliz yönetmen, bu kez odak noktasına kalabalık arasındaki yalnızlığı ve modern insanın problemlerini alıyor. Shame, McQueen’e duyulan büyük heyecanla sinema perdesinde zuhur ediyor.
Kafasında yönetmen sineması yapmak dışında hiçbir seçenek olmayan McQueen, New York gibi bir metropolde normalmiş gibi davranmaya çabalayan bir seks manyağının üzerinden bir yalnızlık buhranını ve işlevsiz bir ailenin çürük meyvelerini sunuyor. Filmlerinde seyircinin düşünsel dünyasına alan bırakacak bir boşluk yaratmayı seven McQueen, yine farklı okumalara açık ve sivri dilli bir film kotarıyor. Fakat bu kez Hunger’daki geniş ve zaman ötesi konudan ziyade, tek yönlü ve dar odaklı bir film var. Bu nedenle McQueen bu kez Hunger’da bulduğu geniş alanları bulamayarak film süresince az da olsa kendini tekrar ediyor.
Shame filminde asıl şaşırtıcı olan ise, özgürlük mefhumunu bu denli çok zikreden bir yönetmenin “seks”i bir tutsaklık ve hastalık olarak resmetmesi ve bunda fazlaca diretmesi. Filmini kendinden beklenmedik bir biçimde ahlakçı bir noktaya vardıran McQueen, bazı açılardan kendisiyle çelişiyor. Filmin kolayca çözümlenemeyecek olan bu kafa karışıklığının biraz yanında ise, yine incelikli, sade ve yetkin bir yönetmenlik var. Shame, McQueen’den beklendiği gibi son derece stilize bir drama. Bu da zaten yönetmenin sinemasının aldığı virajları yakından gözlemlemek için filmi izlemeyi önemli hale getiriyor.
McQueen’in ilk iki filmiyle bizi farklı açılardan defalarca şaşırttığı aşikâr. Bu nedenle kendisinin sinemasına duyulan heyecan gitgide alevleniyor. Şu sıralar “Twelve Years a Slave” isimli üçüncü uzun metrajının ön hazırlıklarını yapmakla uğraşan Steve McQueen, dönemin en heyecan verici yönetmenlerinden birisi. kaankarsan@gmail.com