Oram, Buram Derken Mecmua Yazarlarından Vücuda Dair Değiniler...
nasır
nesir mi nazım mı diye diye
beynim nasır tuttu
şaka bir yana
elim ayağım da
nasır
kepek
yine kar yağmış
yastığa
sabun şampuan kesmedi
seni düşünmeyi mi kessek
kepek
ben
o kadar kolay mı
beninden vazgeçmek
aldırmaya kalksam
aldırmazdım
ben
kıl
kılıktan kılığa girmenin
en eğlencelisi
kestin mi efendisin
koy verdin mi kalamiti
kıl
topuk
erkekliğin yüzde doksanı
herkes bilir bunu
arkadaşımın tendonu
aşilden kopuk
topuk
Yenal Yergün
Kenar köşe vücut parçaları hakkında bazı anılarım
Kulak memesi: Bir keresinde hoşlandığım kız bana yemek tarifi veriyordu. Bir şeyler anlattı, anlattı ve en sonunda da “meme ucu kıvamına gelene dek de karıştıracaksın,” dedi. Ondan sonra bir sessizlik oldu. Kız kızardı, bozardı ve sonra “kulak memesi kıvamına gelene kadar demek istemiştim,” dedi. Benim aklım yine de meme ucunda kaldı.
Çatal: Bir komşumuz apartmanın bahçesini belliyordu. Daha önce hiç görmediğim bu eylem bana ilginç gelmişti ve üçüncü kattan onu izliyordum. Sonra bir ara adamın belindeki kocaman siyah yarığı gördüm. Ne biçim de yarık vardı orada. Ne olmuştu ki acaba? Doğuştan mıydı yoksa sonradan bir kaza sonucu falan mı olmuştu? Aradan yıllar geçtikten sonra, bir gün porno izlerken aynı benim komşu adamı gördüğüm pozisyonda çekilmiş bir plan gördüm. O planın üstüne de kadının pantolonu düşünce 15 sene evvel de gördüğüm şeyin aslında çatal olduğunu bir anda fark ettim.
Siğil: Gayrı resmi vücut uzantısı. Serçe parmağımın kenarında o kadar büyük bir tane vardı ki o zaman resmimi yapan kardeşim beni altı parmakla çizmişti. Öğretmeni fazla parmak çizdiği için notunu kırmıştı da kızcağız ağlayarak evine gelmişti. Ertesi günü babamın ısrarları sonucu okula gidip siğilimi öğretmene gösterince kardeşimin notu yine pek iyi olmuştu. Bu olaydan sonra siğilime daha fazla ilaç sürmeyi bırakıp doktora gittim. Elektrikli bir çubukla yaktılar. Hâlâ bazen mangala et atınca gelen et kokusu bana siğilimi hatırlatır.
Diz kapakları: Vücudun en çok yara olan yeri. Mahalle takımına girme seçmelerinde kendimi aşırı zorlamam sonucu kapaklandığım sırada üzerinde açılan yaralar kabuk bağlamıştı ve bu kabuklardan birisi İtalya, diğeri Brezilya haritasına benziyordu. Ben o zamanlar bunu çok iyi bir futbolcu olacağıma dair bir işaret olarak görmüştüm. Mahalle takımına girebilsem her şey çok farklı gelişebilirdi.
Meme ucu : (Bkz: Kulak memesi)
Kerem Oğuz
Yüz
Önce kuku ve pipi yazacaktım. Sonra dedim yüzyıllardır esrarını yitirmemiş konular hakkında konuşmak haddime değildir. Sonra popo yazayım dedim. Bilmemneci diye adımız çıkar diye korktum. Sonra bu kadar belden aşağı yerlere gitmişken kafam; dedim niye en seksi organ olan yüzü yazmıyorum? Bir kere nonstop açıkta olan tek yerimiz.
Üstünü örtmeye çoğumuz itibar etmiyor. En çok hareket halinde olan da o. Diğer canlılarla iletişim kurma yeteneğimiz ona bağlı. Bir insanı düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk şey yüzü. Bir hayvanı da aslında. Yüzün hassaslığı da diğer her yerimize göre daha güzeldir. Ve vücudun her alanından daha çok uzuv barındırır. Kulak nedir mesela? Ne garip, ağız var, açılıyor falan. Göz desen ayrı bir geyik. Kendimizle yüzümüze bakınca hesaplaşırız. Her şeye rağmen yüzümüz bize devam edebilme gücünü verir. Biz de bir aksilik olduğunda ilk olarak onu sakınırız. Yüzlerini kapatanlar hep utanç duyduğu işler yapanlar olur filmlerde. Ya da süper kahramanlar. Kahramanlara ihtiyacı olan toplumlar da zavallıdır zaten. Sıradan halkın yüzüdür benim yüzüm. Evrim bize böyle harika bir ayrıcalık tanımışken sürekli estetikle birbirine benzemeye çalışan insanlar görmek üzüyor harbi.
(Bu yazı yüz nakli haberlerinin etkisiyle yazılmıştır. Güle güle kullan baba.)
Viktor Pilatan
Dalak
Sevgili Beyin,
Bensiz yaşamak mümkün müymüş? Yüzyıllar sonra Hayrettin’in bedeninde kulağıma onlarca dedikodu geliyor. İnternette forumlarda dalak aldırma ile ilgili onlarca makale dönüyormuş. Şimdi soruyorum sana, o kalp krizinden ölen hücreleri bir gün lazım olur diye kim sakladı? Kim yeniden vücuda getirdi o bitap kan hücrelerini? Dalak deyince kömür ateşi geliyor akıllara. Google’da “Beyin Belgeseli” yazıyorum onlarca belgesel film yapılmış. Ya ben? Benim hakkımda on dakikalık bir video bile göremiyorum. Sessiz sedasız durmadan çalıştığım için mi meşhur olamadım ben? Bir “Bok Belgeseli” uğruna Sindirim Sistemi ile iki buçuk saatlik röportaj yapmışlar. HomeDesign’da örnek ev diye Kalp’i göstermişler, soruyorum alt komşunun da kapısını çalıp bir kurabiye yer mi diye sormak akıllara gelmiyor mu? Ama ne? Askerden yırtmak için bir saat gibi işlerken hiçbir şey sorulmadan çıkarılıp atılıyorum. Üstelik Dalaksızlık ve Hayat hakkında kayda değer bir bilgi konulmamış buraya! Şimdi öfkeden delirip şişip patlamadan soruyorum sana: Dalaksız yaşamak mümkün müdür? Cevabını on beş güne kadar ulaştırırsan sevinir, öyle çok sevinirim ki zil takıp oynarım.
Gözü Yaşlı Selamlarımla,
Eski Dostun Dalak.
Nazlı Kalkan
Sol Yanım
Fena halde solağım. Bunun benim için anlamı solaklık şövenizmi yapmak değil, solaklığımın farkında olmak. Solakların çoğu bile bilmez ama solak sadece sol elini / ayağını kullanan demek değildir. Solakların hemen hemen tamamı aslında sol gözlerini ve sol kulaklarını da sağ tarafa göre baskın kullanırlar. Dolayısıyla yurt dışındaki akademik çevrelerde de kullanılan ifadeyle solyanlıdırlar. Vakti zamanında solaklar için bir dergi çıkartmış biri olarak, aşağıda “Solak” dergisinden bazı bilgileri derledim, hem solaklar faydalansın, hem de sağaklar (evet efendim, sağlak diye bir şey yoktur, Türkçe’de “solak” kelimesinin karşılığı da yoktur, ancak türetildiğinde ulaşılacak sözcük “sağak”tır) bizi biraz anlasın diye.
Genel anlamıyla solak, beyninin sağ yarımküresini baskın olarak kullanan anlamına gelir.
Tıbbi kayıtlar solakların iş makinelerinde kaza yapmalarının daha olası olduğunu rapor eder. Sadece iş makinelerinde de değil, dünya onların zayıf taraflarına göre şekillendiğinden, sadece refleksleri yeterli olmadığı için bile, gündelik hayatlarında pek çok kaza geçirirler. Hatta bu durumun farkında olmayan solyanlılar, çocukluktan itibaren maruz kaldıkları dışlanmayla birlikte kendilerini pek çok alanda beceriksiz sanarlar. Solaklar alerjilere, bağışıklık sistemi hastalıklarına, altını ıslatmaya, depresyona, madde bağımlılığına, sara hastalığına, hipnotizmaya, düşük doğum kilolarına, şizofreniye, uyku düzensizliklerine, intihara teşebbüse, kekemeliğe ve öğrenme bozukluklarına daha müsaittir. Özellikle son ikisi, çocukluklarında sağ ellerini kullanmaları yönünde baskı görenlerde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Kaza sonucu ölümlerin başlarına gelmesi altı kat, araba kullanırken ölmeleri dört kat daha olasıdır.
Hemen hemen her dilde solak sözcüğü kendi taşıdığı anlamın yanında olumsuz anlamlar içerir. Dünya üzerinde yaşayan ulusların hemen hepsi için solaklar aynı zamanda uğursuz, kötülüğü (şeytanı) çağrıştıran, beceriksiz ve aptaldır. Bu sıfatların tamamı ülkemiz için geçerli olmasa da dünya genelinde solaklar için ilk akla gelen ya da dillere yerleşmiş ortak anlamlar bunlardır.
Bir insanın nasıl solak olduğu hâlâ belirlenememiştir. Ancak dünya üzerinde yaşayan nüfusun yaklaşık %10’u solaktır. Ancak kalan % 90 her durumda baskındır ve solak, sağakların kendileri için kurduğu dünyada yaşamaya çalışır. Bir taraftan da çoğunluğun her türlü aşağılamasına maruz kalır. Hatta kendi seçimi olmayan durumu yüzünden baskıya da uğrar.
Solaklar, bazı spor dallarındaki üstünlükleri ile göze batmaları dışında, sağaklar tarafından istatistikteki ihmal edilebilir bir standart sapma olarak algılanan ve yaşam mücadelesinde sağak değerlendirme sisteminin ortaya çıkardığı çan eğrisinde hep barajın altında kalan azınlıktır. Bir solağı sağak başarma kriterlerine göre değerlendirmek, daha doğrusu tanımlamak yanlıştır. Dünyaya sağ tarafından bakan bir kalabalığın sol tarafı doğru olarak tanımlaması ya da değerlendirmesi olası değildir. Solaklar, sağı da solu da bilmek zorunda olanlardır.
Sağ tarafa göre tasarlanmış bir dünyada yaşamaya çalışan solyanlılar için başta mutfakta ve okulda kullandıkları alanlar olmak üzere, en basit tasarımlar bile sıkıntı yaratabilir. Ancak salt bu nedenle sağ ellerini de kullanma yetisi geliştirmek zorunda kalırlar. Solaklar için sağ elleri “zavallı” değildir. Solakların hemen hemen tamamı iki elini de kullanır. Tabii ki doğal olarak iki elini de kullananlar gibi değildirler, sağ elleri daha zayıftır. Ama sağyanlılara göre en büyük avantajları da budur.
Tayfun Polat
Ve Kalp
Aslında vücudun parçalarını birbirinden ayrı düşünmemek gerektiğine inanıyorum. Zen Budistlerinin inançlarına göre, dünyadaki bütün acıların kaynağı, buradan başlıyormuş. Yani zihnin ve kalbin ayrı birer parça olduğuna inandığımız için. İkisi arasında bu nedenle sürekli ikilem arasında kalmamızdan. Oysa ki, sağlıklı bir bedende ikisinin aynı işlemesi gerek. Mutluluk, zihnin ve kalbin ahenkli bir şekilde çalışabilmesinde yatıyor. Yani onların bir bütün olarak var olabilmelerinde.
Zeynep Çelen, bir seferinde anlatıyordu; kalp, sevdiği, kendisi heyecanlandıran bir kimseyle iletişime geçtiğinde, o kişinin kalbiyle senkronize oluyormuş. Bu iki kişinin kalbi, aynı anda atmaya başlıyormuş. Kalp için inanılmaz şifalıymış. Bu durum sadece iki insan arasında değil, kişinin kendi vücudu söz konusu olduğunda da aynı şekilde işliyormuş. Bir insan inanılmaz derecede sevdiği bir işi yaptığında, kalp beyinle senkronize çalışmaya başlıyormuş.
İşte mutlulukların ve doyumun en büyük kaynağı! (Belki de bunun için müzisyenlerin kalbiyle uyumu yakalamak çok zor. Onların zaten uyum içinde çalıştıkları bir kendileri var, içlerinde.)
Kalp ve beyin arasında uyum sağlandığında, hayatta alınan kararlar karşısında ikilem de ortadan kalkabiliyor. Çünkü neyin doğru ya da neyin yanlış olduğunu beyne söyleyen vücuttan başkası olmuyor. Beden, bu hayattaki en güvenilir rehber. Ve işte en güzel tarafı belki de, kişinin karşısına doğru insan geldiğinde de emin olabilmek. Çünkü vücut öyle heyecanlanıyor. O zaman şüpheye yer kalmıyor. Beden size o kişinin doğru olduğunu anlatıyor.,
Ve doğru insan karşınıza çıktığında ne oluyor? O yaşam denen şey damla damla yüreğinize akıyor. Oradan midenize iniyor. Kasıklarınıza yol alıyor. Biraz orada kalıyor, geziniyor. Sonra yeninden yukarı çıkmaya başlıyor. Diyafram, göğüs kafesi, koltuk altları ve beyne kadar ulaşıyor yaşam. Damla damla içinize işliyor. Berrak su damlaları gibi. İşte aşk denen şey de aslında böyle ortaya çıkıyor.
Kan hayattır
Kalp, aşkın en büyük kaynağı. Başkasına karşı, kendinize karşı, işinize karşı. Ama sadece bu dünyanın sakinleri için önem taşımıyor elbette. Başka dünyalarda da yeri var, hakkıyla. Vampirler için örneğin. Evet, elbette vampirler zaten ölü. Kalpleri atmıyor ki. Ama gene de kalp onların sonsuz varlıklarının biricik nedeni.
Yaşamamızı sağlayan en temel şey, kan. Bunu kutsal kitaplar böyle söylüyor. Ve tüm vücuda bütün kanı pomplayan sadece bir organ var: Kalp. O cesur kalp, tek başına tüm vücudun ihtiyacı olan dünya kadar kanı durmadan bedene pompalıyor. Yalnızca bizim için değil, bir vampir için de en gerekli olan şeyi...
Ve vampirler de yaşamalı. Hayal gücümüzün en nadide parçalarından biri olduğu için. İnsan düşüncesinden çıkan varlığını yüzyıllardır sürdürebildiği için.
Aylin Ünal
Burun :
…evlat… artık olgunluğa erdin ve bir büyüğün olarak sana son ancak önemli bir akıl verme çalışmasına başlayacağım.
Oğul… burnunu unutma, geri planda bırakma, onunla ilgilen, şefkat göster. O değil midir ki bize soluk aldırtan, hayatı yaşatan. O öyle yücedir ki trafikte sıkılırken, soldaki arabanın sağ lastiğine bakarken, kendisi ile oynamamıza izin veren, gerektiğinde küçük ödüller ile hayatımızı renklendiren. Bundan yüzyıllar önce sülalemize bozulamayan bir lanet olarak gelen sinüzit ile savaşımızda, boşaltım özelliği ile bize en çok destek olan o değil midir? Evdeki yalnızlığımızda küçük bir ayna ile dostluk kurarak üstündeki minik akneleri sıktırarak hoşça vakit geçirmemizi sağlayan hangi dostun var. Her zaman gözünün önünde, hep seninle. Bir sevgili, bir anneden öte belki de?
Yavrum… bu dostun düşmanlarınca küçük düşürülüp aşağılanacak. Berberler onun kıllarını yakmaya çalışarak çirkinleştirecek belki de. Nezle olup durmadan aktığında yürekleri dağlayan yaralar olacak dudağın ile buruncağızın arasında. Ama sen pes etme onu kremler ile koru, Vicks’ler ile yücelt, ara sıra da Çin yağı ile ödüllendir. İnik bir hızma ile güzelleştirebileceğin burnunu hep koru hep sev.

Unutma, öpüşmeden önce âşık yürekler, dudaklar değil, burunlar dokunur birbirine… tamam mı?.. oğul.
Şeytan Tırnağı :
Tanrı bir gün insanı yaratmış, şeytan da bu duruma uyuz olup onları memleketten kovdurmak için her türlü pisliğe başvurmuş. Sonuç olarak şeytan ilk raundu kazanmış, tanrı insana kızmış “Hadi bakayım,” demiş, onları dünyaya atmış ceza olarak. Zaten sonrasında da pek ilgilenmemiş. Ama şeytan insan denen varlığı öyle çok kafaya takmış ki “Medya bunu unutsa da ben peşini bırakmayacağım,” diyerek insanı takibe devam etmiş. Görmüş ki insanoğlu-kızı dünyada bayağı keyifli keyifli yaşıyor. Bu şeytanı çok kızdırmış. “Nasıl olur, hani cezaydı, ben böyle adaleti…” gibi çeşitli hakaret ve küfürler eşliğinde isyan etmiş. Kendini Stigya çöllerinde inzivaya çekmiş. Kır yıl düşündükten sonra insanlığa öyle bir lanet vermiş ki bunu ne tıp çözebilmiş ne de din alimleri.Şeytan tırnağı onbinlerce yıl önce hayatımıza işte böyle girmiş. Ktulhu yazıtlarında bulunan bu bilgiler ışığında artık biliyoruz ki bu mutasyonik uzuv, insanlık bitene kadar çözülemez bir zevk cezası olacak. Koparıp oynamak için durdurulamaz bir arzu ile oynaştığımız bu tuhaf şey verdiği acı ile hepimizi gizli mazoşist yaparak şeytanın planını uygulamasında önemli bir katalizör görevi görüyor.
Diz:
Tüm darbelerde o birincidir. En çok o yaralanır, en çok o kabuk bağlar. Şöhret kadınlar göğüslerini yaptırıp, derilerini gerdirirler. Milyarlarca harcayıp en iyi makyaj malzemelerini alıp en kaliteli modaevlerinden giyinirler. Gel gör ki kırmızı halının üzerinde yürürken her yerini güzelleştirip kusursuzlaştırsan da diz kapağın çirkinse kurtaramazsın günü. Şöhret beş para etmez o anda. Hiçbir yerinde yara izi olmasa yüzde doksan beşin dizinde bir iz vardır. En güzeli, o izi üç gün önce yapsan da sevgilide yarattığın olgun kişilik imajını zedelememek için çocukken düştüm yalanını sana rahatça kullandırtır diz. Böyle de sevecen, böyle de düşüncelidir. Dikkatimi çekti, en güzel diz sporcularda, en çirkini mankenlerde oluyor. Ama güzeli ile çirkini ile o diz hepimizi dizi. Sonuçta o değil midir bizim çömelip tuvaletimizi yapmamızı sağlayan?Murat Mrt Seçkin
Safra kesesi de özlenirmiş!
Safra kesesi karaciğerden salgılanan safranın toplandığı, karaciğerin alt kısmında bulunan torba şeklinde bir organdır. Kesenin görevi, safrayı depolayıp, yoğunlaştırmak ve gerekli aralıklarla oniki parmak bağırsağına safra salgılamaktır.
Safra bağırsağa gelen asidik besinleri nötralize eder. Antiseptik özelliğiyle zararlı bakterileri öldürür. Safranın önemli işlevlerinden birincisi, yağları çok sayıda küçük damlacıklara ayırmak, ikinci işlevi, yağ sindiriminin son ürünleri ile yağda çözünen vitaminlerin (A, D, E, K vitaminleri) emilimine yardım etmektir.
Safra kesesi ameliyatından sonra safra kesesinin görevini karaciğer üstlenir. Yağ sindirimi için gereken safra hızlıca karaciğerde üretilip depolanmadan barsaklara salınır. Bu uyum sürecinde de geçici olarak hazımsızlık hissedilebilir. Bu sürede ilaç tedavisi uygulanır. Vücut yeni duruma alışınca başka ilaca gerek kalmaz.
Sanırım benim vücudum bu minicik keseye pek bağlıydı ki keseden vazgeçmek zorunda kaldığımda bu yeni duruma alışamadı. İlaç milaç işe yaramadı. Tabii ben de yokluğunda anladım ki, neredeyse işlevsiz olduğunu düşündüğüm bu küçücük kesecik vücudumun kusursuz çalışması için çoook önemliymiş. Sağlıklı beslendiğimi düşünmeme ve et yemememe karşın o ne hazımsızlık, o ne şişlik öyle! Vücudum yeni bir form aldı resmen, zaman zaman bir şişiyor ki dehşete kapılmamam mümkün değil. Ne zormuş meğer safra kesesiz yaşamak! Üç yıl geçti onsuz ve bilseydim daha iyi bakardım ona -elimde miydi bunu yapmak bilmiyorum ama. Velhasıl siz siz olun taşlanmasına falan izin vermeyin bu değerli keseciğin, onsuz hayat zor, hazımsızlık fena çünkü. Midedeki problemler de hazımsızlığı tetikliyor evet, ama keşke safra kesem olsaydı! Ne güzel, sorunsuz zamanlarımız geçmişti onunla. Çok özlüyorum...
Raife Polat
Protez Parmak
Ada McGrath’in (Holly Hunter, The Piano) kesilen parmağına takılan platin protezin, piyanonun tuşuna basarken çıkardığı “tak” sesine ithafen, fallik nostaljiyi yaşayacaktır o parmak…
Piyanonun hiçbir tuşu artık İşaret Parmağı’nın etiyle temas halinde değildir. Piyanonun tuşları kadar notalar, melodiler sitemli bir orgazm sesi, bir “ah” sesi çıkarırlar “tak” diye. Tüm klavye tarihinin yorumlanışında ve tüm “yarın”ın bestelerinin yorumlanışında…
Ada McGrath piyano öğretecektir yine. Enstrümanın ahşabının tarihi gıcırtıları kadar, yepyeni, parıl parıl bir piyanonun da nazı olacaktır Ada McGrath’e parmak protezinin “tak”ıyla. Artık dölyatağını kasıp kavuracaktır tüm melodiler. Hassas parmaklarla çalındığı gibi, zihinde de duyularak.
Tüm ceza parmağa kesildi sanki. Ada McGrath’in “tak”lı müstehcen icrası, dinleyici için de bir biçilmiş kaftan:
Enstrümandan ziyade platin parmağın nostaljisi, kavurduğu döl yatakları. Gıcırtı ve “tak” sesiyle tüm bir müzik tarihi.
Ve parmaklara hürmet etmeyene duyulan kin ve öfke.
Burak Bayülgen
Göbeğimle Sev Beni
Bu yazıyı arkadaşım Şevket Akıncı ile yazmak istedim başından beri. Beraber nasıl müzik yapılır bilemediğim gibi, nasıl yazı yazılacağını da kestiremedim, beceremedim daha doğrusu. Beraber bir nevi brain storming yaptık diyelim, ben onun şahane bilgisinden, sezgisinden, deneyiminden yararlandım ve yazdım. Ayrıca bu aralar gördüğüm en güzel göbeklere ait aile de ona ait ve yazının sonundaki şiir de.
2002 yazıydı o zamanki sözde sevgilimle (tamamen yine bir müzisyen fetişi vakkasıydı) İsrail’in kuzeyinde bir Kibutz’a arkadaşını ziyarete gitmiştik. Arkadaşı boylu poslu şahanesinden bir adamdı, sevgilisi ile yaşıyorlardı. Sevgili çoluk çoçuğa karışmış 35 yaşlarında göbekli bir hatundu. Hep beraber masada otururken adam sevgilisinin göbeğini herkesin ortasında okşuyordu, seviyordu uzun uzun. Bu sahne beni inanılmaz ve unutamayacağım bir ana kilitledi. Her şey o an, o göbekte gizliydi; sevgi, şevkat, utanmama, sosyal toplumun estetik kriterlerini umursamama. Kadın adeta tüm benligiyle ve çıplaklığı ile ortamdaydı, çekincesiz bir şekilde göbeğini okşatıyordu. Kriteri orada koyuvermiştim “göbeğimle sev beni”.
Küçükken annemin yatağıma gelip de, beni göbeğimden öpmesi ile başlayan göbek fetişinin devamı hayat boyu etrafımdaydı, sanki hayat bunu biliyormuşcasına her zaman göbekli bir hatun olmayı başardım. Ergenligimizden beri göbeğimizi içeri çekme meselesi hep sıkıntılıydı, hâlâ da öyle. Kadınlar hamile kalınca göbeklerini sala sala gezmenin hayalini sırf bundan bile kurmuş olabilirler diye düşünüyorum bazen. Göbek hep saklanması gereken, saklanılması o kadar da kolay olmayan bir bölge sanki, günümüzde standartlara uymuyor ise.
Hayatımız boyunca çok yersen göbek yaparsın, bira göbeğin var, göbeğin şişmiş, aman regl misin, bilmem ne gibi, göbek bazlı muhabetler hiç bitmez. Oysa ki insanın karın bölgesi tüm duygusal sorunlarının saklandığı yerden başka bişi değil, ayrıca hedonist bir bölge. Hayattan ne kadar zevk aldığının göstergesi sanki. Ne kadar yemek yemeyi sevdiğinin ya da ne kadar rahat olduğunun ya da ne kadar sorunlu ve mutsuz olduğunun. Göbek aslen zenginlik göstergesi de, yemek yiyebilenin göbeği var ya da duygusal kişinin göbeği bir başka!!!
Duygu merkezini kalp veya beyin zannedip duralım, âşık olunca karnımızdaki kelebekler, heyecanlanınca karnımızdaki bulantı, her sıkıntımızın karın bölgesinde toplanması, bunların hepsi vücudun boşluğunu yakalayıp orada saklanmaya çalışmasından ibaret galiba. Göbek çakramızın kapalı olması diyelim bari buna. Göbeği içeri çekmekten buradaki çakra mekanizmasını bozmuş olabiliriz aslen. Babam öldüğünde göbeğimle ilgili tüm rahatlığımı kaybettim mesela, şu an hep sıkıntılı orası.
Ben göbeği olmayan insandan açıkcası bayağı tırsıyorum, göbeksiz insan bana disiplini temsil ediyor sanki, estetik kurallarını çok önemsemeyi vs... Fakat yine de sürekli göbeğimi kapayan kıyafetler giymeye devam etmeye çalışıyorum.
Göbekten görülmeyen pipi ve kuku meselesine gelince, bu bir kriterdir aslen, ne tür göbeğin veya ortamda nasıl bir çük olduğu ile ilgili: göremezsen sorundur, görebilirsen de sorundur. Kadınlar için sevişirken göbeği içeri çekme meselesi de ayrı bir zırvalık mesela. Bazı insanların göbeği seksi bulma meselesi ise şahane. Göbekli kadınlar, göbekli erkekler ve de göbekli, bıyıklı gay’lere “bear” denmesi meselesi. Şahsen göbek seven bir adam ile sevgili olmak isterim, rahat rahat biramızı içer yayarız, nedir yani! Göbek dansı, göbek atmak denilen kavramın ortaya çıktığı bu topraklardan ümitliyim bu konuda.
Beynin göbeğe bağlantısı ya da beynin göbek üzerinden insana oynadığı oyun, bazı epileptiklerin nöbetten önce göbekten tuhaf bir enerjinin yükseldiğini hissetmeleri olabilir. Bazı vakalarda bu sıvı da ağızdan çıkar. Belki de beyin o anda var oluşunun başladığı o ana geri dönüyordur. Beyin göbek ilişkisinin, göbekten başlayan varoluş ile ilgili olmasi da muhtemel. Sartre’in Bulantı adlı kitabındaki Antoine Roquentin karakterinin her varoluş nöbeti yaşadığında midesinin bulanmasi bunun bir başka göstergesi olabilir.
Japon samuraylardaki intahar töreni “Seppuku” ise, var oluşları tehdit eden onurlarının yok olması durumunda uygulanır. Karında hissedilen ve bu bölgede son verilmesi gereken bir ritüeldir. Karnını keserek “en çok acı” çekilen ölüm biçimini seçen samuray, onurunu bu şekilde ortaya koyar. Organlarını karnından çıkardıktan sonra hemen ölmeyeceği için gömmesi bile beklenir. Çok büyük bir acıya dayanabildiğinin göstergesidir bu tören, ayrıca ruhun bulunduğuna inanılan karın bölgesinden yaşamı terk etme onurlu bir davranıştır, öncesinde yapılan meditasyon ve ayrılık şiiri seromonisi ile birlikte.
Van Gogh da deliliğinin zirvesinde kendisini göbek bölgesinden vurmayı tercih eder mesela. Göbek hakkında çekilmiş Peter Greenaway'in filmi The Belly of an Architetct göbeğine kafayı takmış mimar karakteriyle varoluş ile ilgili her şeyin göbekte toplanması üzerinedir.
Göbek gerek antin-kuntin olsun, gerekse günlük hep merkezin ifadesidir; marulda göbek, hamamda göbek taşı, trafikte göbek vs. Göbek bağımızdan koptuğumuz ve artık asla eskisi kadar korumada ve masum olmayacağımız durumumuz ise varoluşun başlangıcı değil midir? Başlangıcı göbekte olan varoluştan vazgeçiş ya da ona yabancılaşma ise yine göbekte değil midir?
Hepinizi göbeklerinizden öperim.
Beyazlaşmadan önce
Son saati bir saç telimin
Bir sanrının gölgesinde
Uzarken geçmişim
Düşüyorum İkarus gibi
Fark edilmeden
Böyle güneşli bir günde mi
Dağılır rüyalar?
Ütüsüz bir pantalon
Muzaffer göbeğim
Ve bedenimden sarkan korku yaşı
Bakıyorum kendime aynada
Bakar gibi uçuruma
Oysa ilikleyip düğmemi
Çekilmeliyim önünden
Yaşlandığım gün ansızın
Sırtımı görmeden
Ama bakıyorum dehşetle
Sırtımdam memnun gibi kamburum
Kahraman olma cesaretsizliğinin
Etten bir heykeli
Dikildikçe sökülen bir elbisenin
Huzuru nihayet kederinde bulunduğundan
Son bir gayretle
Zamandaki bir çatlaktan sızan
Ayaklarımı yere basarak
Doğrulup kaçmalıyım
Şevket Akıncı, Hezeyan Sözlüğü
Tuna Pase - Şevket Akıncı