Aklıma Takıldı


Viktor Pilatan

Öncelikle takıntı başarılı bir kelime değil. Sanki mücevherat’ın öztürkçesi gibi tınlıyor. Söylemeden geçemedim. Bütün yazıyı da o manada okuyabiliriz ama.

Entel takıntısı:


Aslında genel olarak dünyada olabileceğini düşündüğüm bir takıntı. Altın suyuna batırılımış. İncilüzün tabiriyle “Ignorance is Bliss”, “Cehalet Mutluluktur” desturunu benimsemiş dünyalılar olarak entelektüele, bizde aşağılayıcı kısaltmasıyla “entel”e düşmanlık. Sanki adamların bir şeyler düşünecek vakti olduğu için kızılıyor. Hatta kızıla çalıyor. Bazı şeyleri bilmeden büyük bir zevkle yaşayacak popülasyonu sürekli dürten melekler sanki. Ben de katılıyorum, özellikle hipster kültürünün coşmasıyla entel ve entelektüel ayrımı konusunu konuşmak gerekiyor. Ama burada derdimiz işin özü. Simpsons’da güzel bir sahne vardı. Dünyaya göktaşı çarpacağı anlaşılıyor, ama en sonunda taş atmosferde parçalanıp çakıltaşı kıvamına geliyordu. Kasabanın barmeni Moe de “Şimdi gidip gözlemevini yıkalım ki bu bir daha olmasın,” diyordu. Ya da “insanın başına ya meraktan…” gibi son derece amiyane bir tabirimiz de var. Bütün bunlar değerli bir argüman sunsa bile sonunda bilene karşı büyük bir imrenme, hatta ona benzemeye çalışma refleksi olduğunu da düşünüyorum. Burada da “nazar etme ne olur…” diye başlayan sözümüze gelebiliyoruz. Bilen ve düşünen adamın mutsuz olması hikâyesi bir hurafe. Asıl bilirsen daha çok zevk alırsın.


Çoğalma takıntısı:


Dünyanın bazı yerlerinde iyileşmeye başlayan takıntı. Ben Fransızların doğum oranımız azaldı, azalıyoruz diye dertlendiğini sanmıyorum. Ülkede daha çok doğuran Mağripli olmasından kıllanıyorlar. Ya şimdi, bu iş de o kadar anlaşılmaz değil. İnsan çok çoğaldı, artık beraber yaşamakta zorlanıyor ve dünya nimetlerinin kısıtlı hale gelmesinden korkuyor. Ee buna yapabileceğiniz en iyi şey azalıp dengeyi sağlamak. Bunu yapan sürüyle hayvan türü var. 1900 yılında 2 milyarı bulmayan nüfus şu an 7’nin üzerinde ve 2050’de 9’u geçmesi bekleniyor. Yani bunun sorun olmaması mümkün mü? Ha ileride bana bakacak adam lazım deniyorsa, bu da ayıptır.


Sağlıklı yaşama, uzun yaşama takıntısı:


Valla bu bulşit’e 100 sene dayanmak istiyorum diyorsanız tabii normaldir. Biz insanoğlu belli ki uzun yaşama meyilli değiliz aslında. Bir yaştan sonra harbiden çekilmiyoruz. Pazar arabasıyla bindiğiniz dolu otobüste ilerlemeye çalışırken, yarı boyunuzdaki biri size “Çek arabanı,” diyebiliyor. Neyse… İnsanın yaşı ilerledikçe geri dönülemez şekilde umursamazlaşıyor, kabalaşıyor, sinirli oluyor. İstisnaları bir yana bırakırsak. Süpermarketlerimizde “emekli terörü” diye bir olgu var. İnsanoğlunun ne beyni ne de bedeni bu kadar uzun yaşamaya müsait değil. Zaten belli bir yaştan sonra ortaya çıkan rahatsızlıklar da doğanın buna cevabı. Şimdi siz de böyle bir insan türüne dönüşmek için niçin gençliğinizin güzel günlerinde partilerden uzak durasınız? Hazır dişleriniz yerindeyken, her şeyi yiyebilirken. Sistemde bir yanlış var. Niçin hep “yaşlı” halimi güvenceye almak için yaşıyorum. 1950’lerde 48 iken şimdilerde 70’in üzerine çıkmış yaşama süresi. Bu sürdürülebilir değil kanımca. Ne demiş Karl Marx’ın damadı ve “tembel” bir insan olarak bildiğimiz Paul Lafargue intihar mektubunda? “Bedence ve kafaca sağlamken, fiziksel ve zihinsel yetilerimden yoksun bırakan, zevklerimi ve neşemi birer birer elimden almaya başlayan acımasız yaşlılık; enerjimi ve yaşama direncimi felç etmeden ve kendime veya başkalarına yük olmadan önce yaşamıma son veriyorum.” Daha sonra “Hayatımın 45 yılını adadığım davanın başarıya ulaşacağını biliyorum” da demiştir. 6 yıl daha bekleseydi bunu görebilecekti. Neyi kaçırmış! O yüzden bence kendimiz kasmayalım, O anı sağlıklı yaşadığın sürece sıkıntı yoktur. Takıntı hele hiç yoktur.


Kendini dört duvara kapama takıntısı:


Vonnegut’un buz-dokuz’u (*) gibi her yeri kaplayacak bir beton sihrimiz olsa yaparız. Ha sadece İstanbul’dan bahsetmiyorum. Los Angeles, Londra gibi şehirleri yukarıdan gösteriyorlar böyle, felaket. “- Bari bahçedeki ağaçları kesmeseler. – Altta otopark olacak ya o yüzden kesiyorlar.” Doğadan bu kadar tırsan bir yapıda olmak hiç karizmatik değil. Şahsen börtü böcek korkusundan gelen bir insan olarak, ki elimde olsa bunu da mükemmeliyetçiliğe bağlarım, yaşadığım utancı anlatmam zor. Sadece güneş değil oksijen olmayan yere de doktor girer. Ama yerli dizilere bakarsak doktor, hemşire cümleten rüşvetçi tabii. Neyse bunları gelecek sayılarda zaten değerlendireceğim. Japonlarda hikikomori adını verdikleri bir fenomen var. Genellikle orta sınıf ailelerin çocuklarının geç gençlikte veya orta yaşta sosyal beklentilerden bezip eve kapanmaları. Apartman çocukluğu. Bir nevi ekstrem konformizm. Sokağa atılan bir şilteye mahallenin kedilerinin üşüşüp, üstünde uyuması ise iyi konformizmdir.


Kurtarıcı takıntısı:


Amerikan kültürü ile yoğrulmuş filmler izlemekten edinilmiş bir takıntı. Biri gelecek ve bizi kurtaracak. Büyük bir günah olarak sayılan tembelliğin işareti. Şu anda uzaylılar dışında bir aday göremiyorum. Onlar gelene kadar da direnmek gerekiyordu. Ama adam sana neyi ne dozda verebileceğini biliyor. Tek kişiyle, etkileyici bir liderlerle amaçlarınıza bir yere kadar ulaşırsınız. Sonra bu kadar baskı ve yorgunluk çöker onlara da “insan” oldukları için. Şimdi isim vermeyeyim ama halkları galibiyete ulaştırdıktan sonraki başarısız dönem ile ilgili geçen yüzyılda bayağı bir örnek var. Kolektivizm candır. Topluca inandığınız bir mesele için bir kurtarıcıya gerek yoktur. Tembellik fena.
Kazanma takıntısı:
Geçenlerde talihsiz bir açıklamasını duyduğumuz Charlie Sheen’in 1-2 sene evvel kafayı yediği dönemlerdeki lafıydı ”Winning!”. Yani ona kim ne derse desin kazanıyor olması. Manic Street Preachers’ın dünyaya armağan ettiği en güzel laftır: “Başarı çirkin bir kelimedir.” Özellikle zevk aldığımız birkaç şeyden biri olan spora baktığımızda; dopingtir, şikedir, şudur budur… Ben, memlekette ve dünyada olup büten bütün travmatik ve belki de “çözümsüz” dertlerden biraz uzaklaşmak için bahis yapmakla kafa dinliyorum. Onda da çok güvendiğim FC Midtjylland evinde kazanmayınca çok sinirleniyorum. Hollanda 2. liginde alt biten maç olunca üzülüyorum. Çok sürmüyor ama. İyi-kötü, galip -mağlup bunlar insan hezeyanları, lütfen itibar etmeyelim.
 


Mükemmellik takıntısı:


Mükemmeliyetçilik psikolojik bir sorun. Ama birine “Bende mükemmeliyetçilik var,” derseniz sosyal bir soruna dönüşebiliyor. Dünyanın en itici isimli rahatsızlığı. Migrenin de başlıca nedenlerindenmiş. Olasılıkların en uygun ve en iyi hallerini kafanızda canlandırıyor. Bu gerçekleşmezse de tadınız kaçıyor. Bunun günün her anı gerçekleştiğini düşünün. O yüzden rutin bağımlılığı ve eve kapanma gibi sonuçları olabiliyor. Bu “Ben mükemmelim, siz değilsiniz, o yüzden tadım kaçık” demek değil. Ama bir yandan da öyle. Benim kafamda yarattığıma ulaşamıyorsunuz hesaabı. Ya da değil. Ama belki de öyle. Mükemmel bir dünyada FC Midtjylland o golü kaçırmaz.
 


Nostalji takıntısı:


“Biz eskiden Beyoğlu’na çıkarken...” diye başlayıp, gençlerin giyim-kuşam tarzını eleştirme modası vardı eskiden. Herkesin dünyanın en iyi zamanının kendi ilk gençlikleri olduğuyla ilgili hisleri var, ki gayet doğal. Ama yararlı mı bilmiyorum. “Eskiden iyiydi” kadar saçma bir laf olamaz. Neye göre, kime göre? Ben de geçen kendimi benzer durumda buldum ve çimdikledim. Birçok 30-40 senelik, 4 katlı geniş balkonlu, güzel bahçeli evlerin yıkılıp, balkonsuz iş hanı kılıklı binalarla değiştirildiği bir yerden geçerken benzer duyguları yaşadım. Sonra çocukken o 4 katlı “şirin” evlerin de pek güzel köşklerin yerine yapıldıklarını hatırladım. O zaman da aynı şeyi demişlerdi bu evler için. Ondan önce de kimbilir ne denmiştir? “Ağaçları kesip köşk yapıyorlar” mı? Şaka bir yana bu böyle gider. O yüzden önümüzdeki maçlara bakalım. Beyin üzerine yapılmış yeni bir belgeselde (**) “Beynin hafızayla ilgili kısımları, gelecek simülasyonunu yapanlar ile aynıdır,” diye bir laf vardı.

***

Hani tüm bunların sonunda en fazla 50’sine kadar yaşamış, çocuğu olmayan, doğada yaşamış, hırssız, entelektüel bir keş portresi de çıkıyorsa da ben n’apayım?

(*) Kedi Beşiği’nden. Fargo dizisini yapan Noan Hawley adlı abinin Vonnegut’un bu harika eserinin dizi versiyonunu yapabileceği söyleniyor. Heyecan verici.
(**) The Brain with David Eagleman

kendihayat@gmail.com