Dış Kaynaklı Müzikte 2015


Utkan Çınar

Her yıl bu değerlendirmeyi yazarken 2010’ların harika başladığını ve 2000’lerden çok daha verimli bir on yıl olduğunu söyler dururum. 2015’te bu biraz yavaşladı. Birkaç tane çok iyi albüm ve elektronika’nın yükselişine devamı dışında öne çıkan bir vaziyet yoktu. Zaten çoklukla kafamızın bozuk geçtiği, keyifle müzik dinlemekte zorlandığımız bu sene de böyle olsun. Atladıklarımız vardır, akılda kalanlar aşağıda…

elektronika…


Bu tarzla başlamak sadece doğru. Yılın ortalarında gene mecmuada elektronik müziğin 2. filizlenme devresinde olduğundan bahsetmiştim. Ve yeni isimlerin aynı ‘90’lardaki kadar bol ve kaliteli ürünlü bir dönem yaşattıklarını bizlere. Bu da çok normal tabii ki. Hem ‘90’lardaki öncüllerinden daha çok referans noktaları var hem de teknoloji de sürekli gelişiyor. Bir de amiyane olarak Aphex Twin’in 2001’den sonra ilk kez geçen sene albüm çıkarmasını da buna bağlayabiliriz. Kendisi sahneyi doğru okuyacak isimlerden bir tanesi. Zaten birkaç senedir Jon Hopkins, Nicolas Jaar, Moderat gibi isimleri zevkle dinliyoruz. Bu yıl Jamie XX yeni solosu In Colour ile yıldızlardan biriydi. Albümün öne çıkan şarkısı “Seesaw” da çok büyük ihtimalle zamana dayanabilecek riff’leriyle yılın şarkılarından biriydi. Aslında daha çok tanınan grubu The xx ile yaptığı her şeyden daha iyiydi. Sanırım tek tabanca devam etmeli… Yılın bu dalda sürprizi HeCTA’ydı. 30 senedir alternatif country’nin dalağını yaran Lambchop’tan Kurt Wagner, Scott Martin ve Ryan Norris’in bu yan projesi beklenenden çok daha iyi çıktı. Eğlenmek için ve umursamaz bir tavırla kendilerini tanıttılar ama albümleri The Diet’ta gayet kalite işçilik ve şarkılar kendilerini hemen belli ediyordu. Zaten kötü bir şey olmayacağını düşünüyorduk da bu kadar iyi beklemiyorduk… Bu yıl bolca geri dönüş vardı ve bunların en çarpıcılarından biri de Leftfield’inkiydi. ‘90’ların efsane elektronikçileri 16 yıl aradan sonra Alternative Light Source ile geri döndüler. Tunde Adebimpe, Poliça, Sleaford Mods gibi konukları olan albüm grubun bu geçen sürede dubstep’ten etkilendiğini gösteriyordu. Albümden “Universal Everything” öne çıkıyordu… Gene ‘90’ların başarılı ekiplerinden The Black Dog da senenin başarılı elektronik albümlerinden biri olan Neither/Neither’ı yayınladı. Hem durgun, hem fırtınalı şarkılar. Baştan sona çok iyi bir yapıt… Geçtiğimiz yıl elektronik müziğin öncülerinden Dieter Moebius’u 70 yaşında kaybettik. Onun 10 yaş büyüğü ve uzun yıllar Cluster, Harmonia gibi projelerde partnerliğini yapmış Hans-Joachim Roedelius ise busenyi de boş geçmedi. Christopher Mueller ile beraber yayınladığı Imagori usta işi bezenmiş, Cluster kalitesinde çok iyi bir işti… Almanya’dan devam edeceğiz her zaman olduğu gibi. Berlinli yenice proje Automat, kraut-dub diyebileceğimiz bir sound çıkardı ikinci çalışmaları Plusminus’ta. 2014’teki bol konuklu Automat’tan sonra 3 günde kaydedilmiş bu ikinci deneme eskilerin analog teknolojisinin doğru ellerde nerelere varabileceğini gösteriyordu… Bir başka Alman ekip Funkstörung da bu yıl bir albümle gelenlerden. 10 yıl aradan sonra kendi isimlerini taşıyan albümleriyle güzel hatırlattılar kendilerini. Jamie Lidell, Jay Jay Johansson gibi konuklar da cabası… İngiltere’ye dönelim. Sıklıkla albüm çıkarmaya devam eden The Orb, 13. albümleri Moonbuilding 2703 AD de hiç fena değildi. Uzunca 4 şarkıdan oluşan çalışma, güzel gruv ediyor, puslu sample’larıyla mest ediyordu. Kariyer zirvelerinden biri diyebiliriz rahatça… Bunların yanında İrlandalı Lakker (Tundra), Danimarkalı Kölsch (1983), New York’lu Anthony Naples (Body Pill) de elektronika açısından verimli ve güzel yılı zenginleştiren isimlerdi. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim; ‘90’ların öncü grupları The Prodigy ve The Chemical Brothers da bu seneki yeni işleriyle yavaş yavaş kendi karikatürlerine dönüşmekten fazlasını yapamadıklarını kanıtladılar maalesef…

indie mindie…


Burada Tame Impala’yla başlamazsak olmaz. Avustralyalı Kevin Parker’ın grubu 3. albümü Currents’da gayet radikal bir değişime gidip ‘90’lar Türkçe Pop’u esintili bir albüm yapmaya karar vermiş. Şaka bir yana Parker’ın bu yeni yolu, farklı eleştiriler almaya müsaitti. Tame Impala’nın ilk iki albümdeki psikodelik rock tandansını sevenler için adeta bir Fransız elektronikasına dönüşen sound’unun yadırgatıcı gelmesi kolaydır. Ama “Let It Happen”, “New Person, Same Old Mistakes” gibi harika şarkılara sahip olduğunu söylemeliyiz bu albümün. Parker’ın vokalinin bir tık daha olgunlaşması gerekecek ama bu sakin yılda böyle bir albüme de ihtiyacımız vardı… Modest Mouse da her yeni albümünü merakla beklediğimiz isimlerden. Uzun bir aradan sonra bu yıl çıkardıkları 8. albümleri Strangers To Ourselves hakikaten ismi gibiydi. 2000’lerde iki tane başyapıta imza atan gruba bu aranın yaradığını söylemek zor. Modest Mouse’u Modest Mouse yapan yaklaşımdansa, hep kolay yolları seçtikleri şarkılar vardı albümde. Daha çok cephaneleri olduğunu düşünür ve bunları iyi harcayacaklarını umut ederiz… Daughn Gibson son yıllarda dikkat çeken bir isim. 2012 ve 2013’te art arda yayınladığı ilk iki albümü yetenekli bir müzisyenle karşı karşıya olduğumuzu müjdeliyordu. Bu yıl gelen Carnation ‘80’lere de göz kırpan ve Gibson özgün sound’unu pekiştiren gayet iyi bir albüm oldu. Johnny Cash’ten daha kalın ama kendini o kadar ciddiye almadığının ipuçlarını veren bir ses ve yerli yerinde kullanılmış elektronikler Gibson’ı takip edilesi bir isim haline getiriyor… İngiltere’nin 2000’lerdeki en büyük ve en popüler gruplarından biri Hot Chip. Özgün tarzlarıyla da ayrı bir yerdeler. Son 10 yıldaki 6. albümleri Why Make Sense? de onlardan beklediğimiz kaliteyi sunuyordu. Alexis Taylor’ın da artık önemli vokalistler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Ama Hot Chip gibi müzik yapıyorsanız bazen şaşırtmalarınız, denemeleriniz olmalı. Ya da anaakıma meyledecekseniz de şarkılarınız daha güçlü olmalı. Bu son albümün bu dertleri taşıdığını da söylemeli… Animal Collective’in üyesi Noah Lennox, Panda Bear olarak çıkardığı albümlerle rüştünü ispatlamaya devam ediyor. Son albüm Panda Bear Meets Grim Reaper, “Beach Boys hip hop’la birleşse ne olur?”un ilginç bir cevabıydı. En güçlü vokallere, en derli toplu sound’a sahip albümüydü de diyebiliriz…

şarkıcı / şarkıyazarı…


Bundan on yıl önce tekrar kendine gelip geçtiğimiz yılları domine eden bu tarz artık anaakıma iyice karışıp (Beck ve Ryan Adams örnekleri verebiliriz) biraz hızını yitirdi ama gene de çok iyi işlerden de mahrum kalmıyoruz. Gene bu yıl mecmuada bahsettiğim yeni gitarist devriminin isimlerinden Kurt Vile ve Ryley Walker bu yılın en dikkat çeken isimleriydi. Kurt Vile’ın yeni albümü b’lieve I’m goin down... kanımca kariyerinin en iyi çalışması oldu. Zaten sürekli yükselen ve olgunlaşan bir grafiği vardı ve sonunda bunun da daha iyisi olmaz dedirtebilecek bir iş çıkardı ortaya. “Pretty Pimpin” dilimden düşmedi tüm yıl… 26 yaşındaki Ryley Walker ise 2. albümü Primrose Green ile yılın sürprizlerindendi. Illinois’li gitarist ve şarkıyazarı John Martyn-Van Morrison soslu ‘70’ler folku etkili müziğiyle ’90 kuşağına sevgimizi arttıran bir unsur oldu. Albümdeki ekibin performansı da cabası… İster Sun Kil Moon adıyla olsun ister kendi adıtyla olsun Mark Kozelek dur durak bilmiyor. Her sene en az bir iki albüm duyuyoruz ondan. Bu sene de Universal Themes ile karşımızdaydı. Kendine özgü akustik stilinin yanı sıra elektrogitarların, davulların da gürlediği albüm, birkaç şarkıda Kozelek’in de bir canlı performans sahnesinde gözüktüğü Paolo Sorrentino’nun son ve fena olmayan filmi Youth’un çekim hikâyelerinden bahsediyor. En yi albümlerinden biri değil belki ama gene de güzel… Jose Gonzalez, Junip kariyerine tekrar ara verip 8 yıl aradan sonra 3. solosu Vestiges & Claws’u yayınladı. Gonzalez’den beklediğiniz her şeyin olduğu, fazlasının olmadığı albüm kaliteliydi ve ufak tefek ilginçlerin de yaşandığı bir çalışmaydı. Ama bir yandan da Gonzalez’in “yeni” bir şeyler deneme zamanının yavaştan geldiği haberini veriyordu bize… Phosphorescent yani Matthew Houck’u son yıllarda dikkatle izliyorduk ve o da kariyer zirvesi olan Muchacho’yu 2013’te yayınladığında keyfimiz yerindeydi. Ama asıl zirvenin bir canlı albümde yer alacağını tahmin etmezdik. Bu değerlendirmelere canlı albüm pek koymuyorduk ama bu çalışmaya kayıtsız kalamadık. Live at The Music Hall, 2013’te Williamsburg’de arka arkaya 4 gecede kaydedilmiş 4 konserin karması. Uzun yıllardır da yayınlanmış en iyi canlı albümlerden biri. O kadar diyelim… ’90 kuşağının en yetenekli bireylerinden Laura Marling de kısa kariyerinin 5. albümünü çıkardı bile. Short Movie’de daha önceki albümleri gibi işler yolundaydı… Başka bir kadın şarkıcı da Avustralya’dan albümleriyle bizi sevindidiyor. Courtney Barnett’in iki EP’den sonra gelen ilk uzunçaları Sometimes I Sit and Think, and Sometimes I Just Sit’da Velvet Underground’a meyleden şehirli-psikodelik tarzı gayet geçerli… Kaliforniyalı grup Dawes da 4. albümüyle artık isimlerini kafalara kazıdılar. Taylor Goldsmith’in grubunun yeni albümü All Your Favorite Bands, efsane isim David Rawlings’in de katkılarıyla en güçlü albümleri oldu… Hali hazırda her albümlerinde iyi işler çıkaran Calexico’nun yeni albümü Edge of the Sun adeta bir best of albüm gibiydi. Yıllarca Calexico’nun denediği her tarz bu albümde gayet güçlü şarkılarla sunulmuş. Aynen devam… Matthew E. White vardı bir de. 2. albümü Fresh Blood, ismi gibi taze kan getirdi müziğe bu sene… Joanna Newsom içinse bkz. Kılavuz sayfası…

analar…babalar…


“Mördara! Korporrıtta! Mördara!” Durup durup aklıma takılan bu sözlerin sahibi John Lydon ve PiL’in yeni albümü What the World Needs Now… yılın güzel albümlerindendi. 2012’de 20 yıl aradan sonra This is PiL ile geri dönen grup o albümdeki gruvu devam ettiriyor. Öncelik ise tabii ki Lydon’un sözleri ve vokalinde. Albüm altyapıları temiz ve iyi olsa da çok büyük ölçekte Lydon’a yaslanabilecek alan yaratmakla meşgul. E, öyle de olmalı zaten… 10 yıllık aradan sonra çok önemli bir elemanını kaybederek Music Complete ile geri dönen New Order için ise ne kazandı ne kaybetti diyebiliriz. Basta Peter Hook’u kaybetmek onları beklediğimiz kadar etkilememişe benziyor. Ama albümde genelde ne şiş yansın ne de kebap tarzı bir hal olduğunu da itiraf etmek gerek… Artık müzelik bir isme dönüştüğü düşünülen Keith Richards ise şaşırtıcı bir şekilde kariyerinin en iyi solosunu, tabii ki göreceli, yayınladı. 50 yılı aşan kariyerinde sadece 3. solosu olan Crosseyed Heart, parlak ve belki de biraz çiğ bir prodüksiyona sahip olsa da 71’lik Richards’ın hem vokali hem de şarkıları gayet iyiydi. Bu kadar olup bitenden sonra hâlâ böyle şarkılar yapabilmek için müziğe âşık olmanız lazım gerçekten de. Bu arada bu yıl gene Richards üzerine başarılı bir belgesel olan Keith Richards: Under The Influence da yayınlandı… Yaşı ilerlemiş İngiliz gitaristlerden devam edelim. Mark Knopfler’ın son yıllardaki albümleri tabii ki hiçbir zaman Dire Straits seviyesinde olmadı ama gene de belli bir çizgiyi tutturabildiler. 8. solosu Tracker yer yer JJ Cale tatları alabileceğiniz yer yer de “Brothers in Arms” nostaljisi yapabileceğiniz iyi bir Knopfler albümü. Ama çok da merak ettirmiyor… Aynı şeyi David Gilmour için de söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yıl beklentinin uzağında kalan ama bir şekilde de Pink Floyd sayfasını saygın bir şekilde kapatan The Endless River’dan sonra bu sene de 4. solosu Rattle That Lock’ı yayınladı. Maalesef olumsuz anlamda eski tınlayan bir çalışma olarak hafızalarda yer edecek. Oysa ki 2006’daki On an Island veya daha sonra The Orb ile yaptığı ortak çalışmalar gayet iyi işlerdi. Gene de iyi gitar çalıyor adam… Ne yalan söyleyeyim Paul Weller’ın 2000’lerdeki albümlerindeki arayışlarına pek sıcak bakmıyordum. Solo kariyerinin başlarında yaptığı Stanley Road ve Wild Wood gibi albümleri aratıyordu. Gene de değişime açık olma kafasına da saygım vardı. Bu sene yayınladığı 12. solosu Saturns Pattern hem eski hem yeniyi buluşturabilen ve son zamanlarda Weller’dan duyduğumuz en iyi albümdü… Bazı isimleri bu kategoriye sokmakta emin değildim ama geri dönüşün beklendiği yıl sayısına bakınca ana-baba olmayı hakkettikleri kararına vardım. İlk geri dönüş 18 yıl aradan sonra gelen yeni Faith No More albümü Sol Invictus. Beklentiler yüksek ve heyecan da bakiydi. Ama bu beklentileri karşılayabildiğini söylemek zor. 18 yılda birçok değişiklik yaşayan müzik kültürünün kaldığı yerden devam etmeye çalışan bir Faith No More’a ihtiyacı yokmuş gibi bir hissiyata kapıldık. İyi çalınmış, iyi söylenmiş bir albümdü ama birilerinden geçmiş artık. Ya bizden ya onlardan… Bunun tersini ise Blur için söylebiliriz. Onlar da orijinal kadrolarıyla 16 yıl aradan sonra The Magic Whip ile geri döndüler. Gitarist Graham Coxon’un ağırlığını hissettirdiği albümde iyi yazılmış, grubun kariyer best of’una girebilecek şarkıların yanı sıra, nostaljik olmayan modern bir yaklaşım vardı. Takdir etmek lazım… Bir güzel sürpriz de efsane yönetmen John Carpenter’ın ilk solosu olan Lost Themes’di. Hali hazırda filmlerine yaptığı başarılı soundtrack’leri de bildiğimiz Carpenter, oğlu Cody’nin de desteğiyle hiç fena olmayan bir albüme imza attı… Son olarak Björk’ün uzun zamandır yaptığı en iyi albüm olan Vulnicura’yı da es geçmeyelim. Arca ve The Haxan Cloak gibi iki genç ismin de katkılarıyla gayet taze ve güçlü bir çalışmaydı…

Unutmadan önümüzdeki yılın başlarında David Bowie’den ve büyük ihtimalle Radiohead’in yeni çalışmalarını duyacağız. Zaten Bowie öyle bir bal çaldı ki ağzımıza, kariyer zirvelerinden biri ihtimali heyecanlandırıyor insanı. khgv@gmail.com