Kılavuzu Karga Olanın


MERCEK


ÇAĞRI SARAY - “EKSILEN ZAMAN”
“Eksilen Zaman” sergisi Çağrı Saray’ın kimlik sorgulamaları, kişisel bellek, ev-mekân kavramı ve kentsel ortamın toplumsal-siyasal anlamları üstüne kurulu yerleştirme, desen, gravür, fotoğraf ve videolarından oluşuyor. Sanatçının 1999 - 2015 yılları arasında ürettiği ve sergide biraraya gelen bir dizi çalışma, geçmişe ve günümüze ait verileri dolaysız ve ayrıksı unsurlar olarak ele almak yerine, dizgesel ve birbirini olumlayan tek bir form olarak ortaya koymayı hedefliyor. Çağrı Saray, belleğinde yer eden, her yeni deneyim ve olayla yeniden inşa ettiği geçmişine toplumsal olaylar bağlamında tekrar bakıyor. Yerel ve küresel yaşam koşullarını sarsan, zorlayıcı politik, ekonomik, sosyal değişimlere ve bu değişimlerin hafızayı nasıl dönüştürdüğüne ya da nasıl eksilttiğine odaklanıyor.

Birbirinin devamı niteliğinde 2004, 2009 ve 2011 yıllarında gerçekleştirilen “Kırmızı Oda”, “Bekleme Odası” ve “Kayıp Oda” serilerinin de ilk kez birarada görülebileceği “Eksilen Zaman” sergisi için kaleme aldığı metinde Beral Madra “Eğer dönemlerin kendine özgü sanat üretimleri için bir kerteriz olarak 2000’lerin sanatından söz edecek olursak, Saray, kendi kuşağının yerel ve uluslararası sanatçıları gibi, Neo-kapitalist küreselleşme sisteminin kaynak paylaşma ve kaynak dağıtma yöntemlerinin toplumları ve bireyleri nasıl boyunduruk altına aldığını ve bir özneden müşteriye dönüştürdüğünü ilişkisel estetik yöntemleriyle inceleyen ve yorumlayan bir sanatçı... Saray, tüketim ve medya güdümünde programlanan görsel kültürün görme biçimleri egemenliğine karşı yalın –ama çekici ve muhalif – seçenekler sunuyor,” diyor.

Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndaki sergi, 30 Nisan’a kadar açık.

ALTAN BAL - “KAMYONCULAR”
“Allah’a emanet bir kamyonları, çok güvendikleri ustalıkları ve açık açık söyleyemezler ama yalnızlıklarıyla baş başa düşerler yollara. Yükü geceden sarıp, kısmetse sabaha karşı kontağı çevirip, yalnızca yükü değil özlemlerini de taşırlar. Vardıklarında ise, bir aksilik olmamışsa, ceplerinde üç beş kuruşdan fazla bir şey kalmaz çoğu zaman. Karın tokluğuna bile değil, ‘yol’a çıkabilecek mazot parasına ‘kelle koltukta’ yük taşırlar. Ve bu sefer kelamı onları verelim istedik.”

Fotoğraf Sanatçısı Altan Bal, 2008 yılında İstanbul’da, 2012 yılında Almanya’da açılan ve her ikisinde de oldukça ses getiren “Kamyoncular – Belgesel Fotoğraf Sergisi” ile İTÜ Rektörlük Sanat Galerisi’ne konuk olacak. Kamyon şoförü olan babası Fethi Bal’dan etkilenerek büyüttüğü hayallerini, otostopla kamyonculara arkadaşlık ederek biriktirdiği öyküleri ve kimi zaman ağlatan kimi zaman güldüren onlarca hikâyeyi fotoğraflarıyla anlatacak.

Bal’ın deyimiyle “kelle koltukta yollara düşen, her iklimde direksiyon sallayan” insanların öyküsünü 3 yıllık emek sonrası ve 71 fotoğrafla anlatan sergi, 19 Nisan’a kadar, haftanın her günü 08.00-20.00 saatleri arasında ziyarete açık olacak.

SAIGON TRAFFIC - RETURN TO NORMALCY
Onur Ardıç ve Sertaç Turan tarafından 2013 Mart’ında kurulan ve akabinde verdiği konserlerle kısa sürede ismini duyurmaya başlayan Saigon Traffic’in, geçen yılın başlarında üç şarkılık bir EP yayınlaması da uzun sürmemişti. Esas Çocuk’tan tanıdığımız Fulya Köksalar ve yine Esas Çocuk’la Help! The Captain Threw Up gruplarından tanıdığımız Uygar Çetiner’in sahne desteğiyle konserlere tam gaz devam eden Saigon Traffic, kısa sürede sanhe performansıyla gittikçe daha fazla müzikseverin dikkatini çekti.

Bir süredir kayıtta oldukları bilgisi gelmekteydi ve nihayet geçen ay tanıtım konseri Karga’da gerçekleşen Return To Normalcy albümü geldi. Albümü değerlendirmeye başlamadan ve her şeyden önce; bu devirde prodüksiyonu, tüm şarkı sözlerini içeren kitapçığı, “önce bi single, sonra bi EP, arada iki video, sonra bir teaser, seneye bir EP daha...” diye giden dijital çağ kolaycılığına kaçmayan 15 şarkılık dopdolu bir albüm çıkartmak bile baştan saygıyı hak ediyor.

Enerjisi yüksek alternatif rock şarkılarını İngilizce sözlerle icra eden Saigon Traffic’in yenilikçi bir sound’u olduğunu söyleyemeyiz. Ama yapmak istedikleri, niyetlerini gayet açıkça ortaya koydukları ortada. Muhalif sözlerin tavan yaptığı “Prime Sinister” (kim ki acaba?), “Attack of the Remote Controllers”, Brit indie-dance sahnesine yakışacak “Starstuck” ilk akılda kalanlar. Dinledikçe siz de kendinizinkileri elersiniz. Ya da eleyemezsiniz. Çünkü albüm başlayıp gidiyor ve bir saat nasıl geçti anlamadan bitiyor. Güzel iş. Tavsiye ederiz.
 

YAYIN


Mecmuamızın en uzun soluklu yazarlarından Burak Bayülgen Koyu Kitap’tan çıkardığı masal kitabı Centilmen Uyku ile karşımızda. Centilmen Uyku, Hans Chrisitian Andersen’in izinden gitmeye çalışan, peri masallarını yeniden uyku öncesi dinlenen hikâyeler haline getirmeyi amaçlayan ve isteyen, her tür yaşa hitap edecek; ama özellikle çocuk okuyucuları hedef alan beş adet hikâyeden oluşuyor. Ayrıca hikâyelerin hepsi özellikle bir ebeveyn tarafından okunuyormuşçasına kaleme alınmışlar. Gerisini de bekliyor, iyi okumalar diliyoruz.
 

FİLM


Western’lerden sıkılmak mümkün değil. ‘90’ların en büyük gruplarından The Beta Band’den “müzisyen” olarak tanıdığımız John Maclean’in ilk uzun metraj denemesi Slow West çok iyi kadrosu ve komedi drama arasında enteresan geçişleriyle ayın ilgimizi çeken yapımı. Michael Fassbender, umut vaat eden genç yetenek Kodi Smit-McPhee ve dizi bölümünde gene bahsini geçireceğimiz harika Ben Mendelsohn’un başrollerinde yer aldığı film İskoçya’dan (Maclean’in memleketi) Yeni Dünya’ya yapılan bir aşkı arama yolculuğunu konu alıyor. Ödül avcıları, hızlı silahşörlerle ve değişken yapısıyla ilgiyi hak eden bir yapıma benziyor.
 

DİZİ


House of Cards (son sezon o kadar da değildi sanki), Orange is the New Black gibi yapımlarla ilgi çekmeyi başaran Netflix’in 2015’teki ağır topu Bloodline. Aynı House of Cards gibi tüm bölümleri tek günde yayınlanan Daniel Zelman, Todd ve Gleen Kessler tarafından kotarılan yapım, Florida’da doğal güzelliği ile insanları cezbeden bir tatil beldesinde turizm işi ile uğraşan bir ailenin birbiriyle dışarıya iyi, içeride bayağı sorunlu ilişkilerini konu alıyor. İşler ailenin kara koyunu büyük ağabeyin geri dönüşüyle karışıyor. Öncelikle şu an ortamların en “sıcak” aktörü, Animal Kingdom’dan tanıdığımız Ben Mendelsohn’un harika oyunculuğunu belirtmek lazım. Tek başına onun için izlenmeyi hak ediyor. Usta isim Sam Shepard da gayet iyi. Yer yer pembe dizi kafasına kayıyor, yer yer suç dramasına ama sonlara doğru yarattığı, yalanlar üzerinden büyüyen gerilim gayet başarılı. Yerli yerindeki flashback’ler ve ilgi çekici fon da bize güzel bir ortam sunuyor ve merak uyandırıyor. Gene de iş sonunda Mendelsohn’a geliyor.

ALBÜM


’90 kuşağını pek heyecanla takip ediyoruz bu aralar. Nicolas Jaar, King Krule gibi harika yeteneklerin yanında henüz 25 yaşında 5. albümünü yayınlayan Laura Marling’den de bahsetmek lazım. İngiliz folkçunun yeni albümü Short Movie’nin bir önceki harika Once I was an Eagle gibi olmasını beklemiyorduk. Öyle de gözüküyor. Elektrogitarlar resme girmiş ve Marling’in Los Angeles’da geçirdiği birkaç yılın etkisini de bu albümde görebiliyoruz. Aynı PJ Harvey’nin en “Amerikan” albümü diyebileceğimiz Stories from the Sea… gibi. Albümün yazım sürecinde yaşadığı varoluşsal krizlerin şarkıları yansıması daha umursamaz, dilerseniz daha rock n’roll bir yönünü ortaya çıkarmış Marling’in. Şimdiden bu kadar çok iyi albüme sahip bu “genç” ismin müziğinin gelecekte de evrileceği mecraları çok merak etmekteyiz.

2000’lerin 2. yarısından günümüze doğru akan folkun yeniden doğuşu sürecinde Sufjan Stevens da Laura Marling kadar etkili bir isimdi. Michigan’lı müzisyenin 2003-2005 arası yayınladığı 3 albüm
(Michigan, Seven Swans ve harika Illinois) onu Amerikan indie folk camiasında çok üst sıralara koydu. Sonrasındaki denemeleri ise onu pek güzel yerlere götürmedi. Geçen yıl yaptığı Arthur Russell cover’ı “A Little Lost”u duyunca bu yeni albümü Carrie & Lowell hakkında bayağı umutlanmıştık. Haksız da değilmişiz. Stevens son 10 yıldaki en iyi işiyle karşımızda. 2012’de kaybettiği annesi
Carrie ve şu an kendi plak şirketi Asthmatic Kitty’nin başındaki üvey babası Lowell’in adını taşıyan albüm haliyle gayet kişisel bir çalışma. Ama zaten iyi folk albümleri de öyle değil midir?

Burada canlı albümlere yer verme şansı pek bulamıyoruz. Eskisi kadar çok canlı albüm de çıkmıyor zaten. YouTube çağında bu da normal belki. Ama üst üste gelen iki albüm bizim özlemimizi biraz da olsun dindiriyor. İlki yayınladığı harika Pale Green Ghosts ile 2013’ün en iyi albümlerinden birine imza atan John Grant’in BBC Filarmoni Orkestrası ile yayınladığı Live in Concert albümü; Grant’in canlı canlı ve büyük bir orkestra önünde de ne kadar güçlü bir anlatımı olduğunu kanıtlıyor. Çok fazla prova şansı bulamasa da geçen Ekim’de kaydedilen konserler aynı Elbow’un da yaptığı gibi başarılı sonuçlar veriyor. Bir diğer canlı albümümüz ise Phosphorescent’tan. Matthew Houck’un projesi 2013’te yayınladığı ve başyapıtı diyebileceğimiz Muchacho sonrasında, aynı yılın aralık ayında Brooklyn’de 4 gece konser verdiği Music Hall of Williamsburg’daki performanslarını Live at the Music Hall adıyla yayınladı. Houck’un canlıda daha da kırılganlaşan sesi şarkıları daha da güçlendiriyor. Grup harika, “The Quotidian Beasts” ise bir zafer anı.

KONSER


Gitar dehası Marc Ribot’yu sıklıkla memlekette izleyebiliyoruz ve bunun için çok şanslıyız. Bu ayki performansı ise kesinlikle çok özel. 2010’da Silent Movies albümünde Charlie Chaplin’in efsane filmi The Kid’e yaptığı gibi; bu kez Josef Von Sternberg’ün 1928 trarihli sessiz filmi The Docks of New York’a yaptığı soundtrack’i bizlere filmin eşliğinde canlı sunacak. En son Ceramic Dog projesiyle
izlemiştik. Şimdi bambaşka bir Ribot bizi bekliyor. Kaçmaz. 22 Nisan, 21:30, Salon İKSV

Sonic Youth 2011’de, belki sonsuza dek sürecek, bir ara vermesi üzücü olsa da Thurston Moore’un solo kariyeri için hayırlı bir gelişme oldu. Önce Beck’in prodüksiyonuyla yayınladığı akustik ağırlıklı Demolished Thoughts ardından da geçen sene yayınladığı The Best Day ile formunda olduğunu kanıtladı Moore. Daha Youth dönemlerini hatırlatan The Best Day’in turnesinde enerjik bir canlı
performans dinleyeceğimizden eminiz. Şimdiden klasik haline geldiğini söyleyebileceğimiz “Forevermore”u da çalacaktır. Ribot mu, Moore mu? Zor seçim. 22 Nisan, 21:30, Babylon