On - Baharı Sevmeyenler İçin Dua Kitabı: DISINTEGRATION
Murat MRT Seçkin
Siz bu yazıyı okuduktan birkaç hafta sonra, 1 Mayıs, Cuma akşamı The Cure’un mutsuz günlerinin son mührü olan Disintegration (1989) albümü 26 yaşına basacak. Onca senede birazcık daha yumuşar diye düşündüğümüz yürek acılarımıza bin tanesi eklendi. Robert Smith ve arkadaşları sıkıntılı yaşamlarından, toparlamaya çalıştıkları aşkları ve ailelerinden, parçalanan hayatlarından dem vursalar da, ben o yıllarda, İstanbul’da, 14 yaşında, fiziken olmasa da ağabeyleri yüzünden erken büyümüş bir ergen olarak bu albümü ve onun içindeki sesleri bambaşka bir şekilde algıladım. Hâlâ da öyle geçer gider şarkılar içimde. Aşk ve umut dolu ama her an bitecekmişcesine de huzursuz, tedirgin...
Plainsong - Pictures Of You - Closedown
Yağmurun başlaması tabii ki şaşırtıcı değil. Daha sakalım çıkmamış halimle beni gökten gelen o suyun altında yürümeye zorlayan ses ile başlaması hiç şaşırtıcı değil. Suyun toprağı önce yumuşak ve sakin, sonra hızla delip geçmesi, hızı kesilene kadar kendini toprağa hapsetmesi şaşırtıcı değil. Yağmurla beraber gittikçe soğuyan rüzgârda sesimin titremesi, gittikçe anlaşılmaz mırıldanmalara dönüşmesi, alnımdan süzülen ve dudağımdan içeri giren suyun her kelimeyi yutması şaşırtıcı değil. Soğuk bedenini, bilincini açık tutan, sıcağın hayatını emen bezginliğini senden uzak tutan bir dost. İçinde onu bulduğun, ona dokunduğun şarkıyı sevmen hiç şaşırtıcı değil.
Zamanla yağmur rutin bir ritme doğru yol alır. Rahatlar, sakinleşirsin. Daha o yaşlarda hiç sevdiğim yokken, hatta neredeyse ailem dışımda hiç arkadaşım yokken, çektiğim acı neyin eksikliğiymiş; sesler, melodiler bana anlattı. Dostlar eksikmiş, sevgili eksikmiş, onlar olmadan içinde yakaladığın sevgi ve mutluluk tohumları hep aynı boyda kalır, hiç çiçek açmazmış. Zamanında Kadıköy sahilde bu şarkıyı walkman’lerimize taktığımız dandik hoparlörlerden, yağan karın altında dinleyip dans ederken ve kimbilir hangi şurubun kodeininin yumuşak tokatlarını yerken, yıllar sonra o şarkılardan biri ete kemiğe bürünüp karşına çıkıyor ve tüm içtenliği ile seni sevdiğini söylüyor. Tüm takıntı ve saplantılarını bırakıp, geçmişi tamamen kapatıp “Tamam,” diyorsun, “bir ömür seninim”.
Yağmur azalıyor. Hani o metrekareye yarım litre düşecek kadar azalan ama koca koca damlaları suratına çarptıkça seni uyandıran hali vardır ya. İşte tam da o kıvama gelmiş artık. Zamanın, yerçekiminin ve dolayısıyla seni hapseden ağırlığının hiçbir önemi kalmıyor. Tüm yaşanan güzelliklerin bitmesi gibi bitmemesi de şaşırtıcı değil.
Lovesong - Last Dance - Lullaby
Çok fazla akılda kalan, akılda kaldıkça da güzelliğine alıştıran, unutturan sesler. O kadar çok dolaştı ki boşlukta, artık bir şarkı değil de hep orada duran, hiç kalkmayan, gözüm alıştığı için yokmuş gibi davrandığım misafire dönüştü. O kadar güzel ki, rahatlıkla “Burada en sevmediğim de bu...” diyerek kendimi kandırabiliyorum. Kendimle çelişip durmam da şaşırtıcı değil.
Üzerine çok düşüp değer verdiğim tüm ruhlarla olan ilişkilerimi de o alışkanlık kremasına banarak donuk, soluk, puslu bir görüntüye çeviriyorum farkında olmadan. Yüceltip, onlara sormadan anlamlar katıp, bambaşka insanlara çeviriyorum. Gittikçe içgüdüsel bir savunma haline gelen bu dönüşümü üst üste tokat yiyene kadar durdurmuyorum. Ne zaman temelini, başlangıcını hatırlarsam o zaman o görüntü netleşiyor ve değer verdiğim her şey rengarenk bir halde geri dönüyor. Olduğu gibi kabul edince her şeyin içinden çıkan çocuk çıkıp sakinleştiriyor bedenimi.
Sonrasında uzundur gelmeyen uykunun yarattığı anksiyeteye hoş geldin der, gergin bir şekilde, hiç farkına varmadan uyumuş olurum.
Fascination Street - Prayers for Rain - The Same Deep Water as You
Dinlenmiş, sakinleşmiş belki de arınmış olabilirim. Sessizce yataktan kalkıp, elimi yüzümü yıkayıp güvenli evimden çıkmanın zamanı geldi de geçiyor. Kapıya yaklaştıkça artan heyecan, uzaklaştıkça o eski gerginliğe dönüşür. Binanın koridorlarından kurtulup sokağa bırakırım kendimi. Arkamda yürüyenlerin mırıldanmaları, araba motorlarının dengesiz dur-kalk öksürükleri, açılan kepenkler, göz göze gelmekten korkan yüzlerce insan. Dar sokaklara eşlik eden daha da dar kaldırımlar. O sıkışıklığı arttırmaya gönül vermiş esnafın ayağına takılan bir şey, tezgâhından kaçarken daha da incelip daralsın, hatta ortadan kopsun diyerek üstüne üstüne gelen bedenler. Sokakta kendimi rahat hissettirecek açık alanlar o kadar az ki eve koşarak dönmek daha gerçekçi bir çözüm olacakmış gibi geliyor. Tam bir köşeye çekilip çaresizce titreyecekken, yine eski dost yağmur gelir yanıbaşıma. Farkında olmadan bunaldığım anda kendisini çağırmışım. Gerçi bu sefer biraz kızgın. Sadece ona ihtiyacım olduğu zaman çağırdığım için, işim düşünce istediğim için kırgın. Nasıl olsa hep burada, hep gelecek diye düşünerek bilmeden uzaklaştırmışım. Oysa ki hiç istemedim gitmesini de söyleyemedim işte, tıkandı kaldı boğazımda, diyemedim. O da anladı herhalde ki koca bir tufanı misafir olarak getirdi yanında.
O tufanın içinde, boğulma hissini bir kenara bırakarak yüzmeye başladım. Hep aşağıdan baktığım binaların üçüncü, beşinci katlarına doğru süzülerek ilerledim. Tüm şehir süt liman kesilene, suyun yükselişini izleyeceğim tepeye ulaşana kadar yüzdüm. Yerin dağları, suyun abisleri birbirine karıştı. İyice rahatlayıp, sakinleşince anladım görünmezliğin formülünü. Su olana kadar devam et, tüm bilinçlerin toplamı bir damla su. Tabii ki suyun da güvenilmez olduğu zamanları görmek şaşırtıcı değil...
Disintegration - Homesick - Untitled
Ortalık kurudukça etrafımdaki her şey batmaya başlıyor. Sağa sola saldırasım, kendime zarar veresim var.
Yine de durulmayı seçiyorum.
En başa yatağa dönüyorum.
Artık daha sakin olmanın mutsuzluktan geçtiğini, mutsuzluğun da umut olmadan bir hiçe dönüştüğünü biliyorum. Mutlu hissediyorum.