Anakronik söylem fabrikası
Barış Yarsel
“…zaman, tanıkları daima unutanlara dönüştürüyor.” - Thomas Bernhard
Bizler, sarsak adımlarımızı takip ediyor, yükselen döviz kurları üzerine eşzamanlı yorumlar yapıyor, hafta sonlarında sabahları kahvaltı salonlarını dolduruyor, vapurda, deniz motorunda, otobüste, otomobillerde ulaşılacak mekânlara en kısa mesafeden ulaşmak için sarsılarak giderken sosyal medya hesaplarımızı hızla kontrol edip, başlıklarına baktığımız ve o an rahatsızlıklarımızı bizim adımıza yansıttığını düşündüğümüz yazıların, görsellerin ve videoların paylaşıldığı girdilerin beğeni tuşlarına basıyoruz. Kimi zaman yakınlarımızın ya da simasına aşina olduklarımızın günlük hayat hatıralarına –ki bu hatıraların içeriği o kadar hızlı üretiliyor ki, hatıranın kendisi henüz bütünüyle yaşanmadan anlatılan bir anıya dönüşüyor- kısa bir yorum, bir gülücük konduruyoruz. Kalan vaktimizde, masalarda anlatacaklarımızı kurgulayabilmek için birtakım tecrübeleri yaşar gibi yapıyoruz. Kafelerde, önce kahve sonrasında yemek ve belki yanında demlenebileceğimiz restoranlarda sıkış sıkış diziliyoruz, arkadaşlarımızı bekliyoruz, işten bizden sonra çıkanlarla buluşuyor, bazı pub’larda bar sıralarına çöküyoruz. Yanımızdan geçenlerin kokuları ve hafif dokunuşlarından çok geçmeden unutacağımız hikâyeler çıkarıyoruz. Birileriyle tanışıyoruz, sıklıkla hemen unutacağımız sözlere gülüyor, güler gibi yapıyor, diğerlerinin dertlerini anladığımızı belirten mimiklerimizi hiç kimseden esirgemiyoruz. Böyle yapmalısın diyoruz hemen, şöyle olabilir diyor, saniyeler için hayatlarını didikliyoruz. Aklımızda aynı anda sayısız karşılaştırma yapıyor ve kendimizi bu büyük çevrenin tanıdığımız ve dokunduğumuz hücresindeki birçok bir felaketin ardından çimenliğe dizilmiş, üzerleri aceleyle ve kaygısızca örtülmüş, çıplak ayaklarını çift sayıp ikiye bölünce sayıları anlaşılan dizi dizi ölülerin arasında bir sıraya yerleştiriyoruz. Cansız bedenlerin henüz beyaza gitmemiş sarımtırak renginin aksine, dinamik bir sıralama bu. Duyulan her söz ile kafamızda sıralamalar değişiyor, aşağı iniyoruz, bir anda yükseliyoruz, bazen yükseliş hiç durmuyor, o an artık gülüşler kahkahalara dönüyor, öylesine güçleniyor ki söylediklerimiz, hızla havalandığımızı hissediyoruz, başka varlıklar, diğerleri aklımızın bir yanından aynı hızla aşağıya gidiyor. Bu ölüler listesindeki leşlere basıyoruz ve yükseliyoruz, basıyoruz ve basıyoruz ve yükseliyoruz. Son birkaç yılda görülenlerini duyulanların ve yaşananların anlatımında, detayları hatırlamadığımızı fark ediyoruz. Yaşananları, yaşandıkları geçmişte tecrübe ederken ve bunlardan şimdide bahsederken, o geçmişte korku duymadığımızı söylüyoruz, kaybettiklerimizin, bir iktidar aygıtının çeşitli yollardan ulaşıp, giderek incelen kollarıyla doğrudan ya da dolaylı öldürdüklerinin resimlerini, öldükleri anda ve geriye doğru donduruyoruz. Dondurduklarımızı artık hemen her gün anıyor ve onları ölümsüzlük katmanına yükselttiğimiz belirtiyoruz. Aklımızdaki dinamik sıralama hiç durmadan çalışıyor ve resimlerini dondurduklarımızı da günün anısına göre aşağı itiyor ya da yukarı çıkarıyor ve bu leşlere basıyoruz ve beğeni tuşlarına basıyoruz ve basıyoruz. Can vermiş yazgılara razı oluyoruz. Bu rızada kendimizi süzülüşe bırakmışken, iktidarın muktedire evrilmiş dev bir surata dönüşmüş ağzından çıkanlara karşı çeşitli gerekçeler yaratıyoruz. Kocaman ağızdan çıkan dil üzerimizde kendi mevcudiyetini zikrettiği kavramlarla güçlü şekilde inşa ettiğinden, kendi bedenlerimizin ve duygularımızın bizler gibi davranan diğerleriyle oluşturduğumuz kitlenin elbirliğiyle yarattığı mahpushanenin tek hakikat olduğu düşüncesiyle, erkin pratiğine dönüşüyoruz. Her birimiz farklı çevrelerden geliyor fakat ekonomik çıkarlar ve tüketim hedefleriyle ortaklaşıyoruz ve bu halden geriye düşmemek adına tanık olduğumuz tüm dehşeti aslında var olmamış gibi, aslında bu dehşet bizlere yönelmemiş gibi, mutlak bir duyarsızlığın gerekçelerini yerine getirmişiz ve yaşananlar gerçekte dışsal, sakini olmadığımız toplulukların başına gelmiş gibi, ölçemez oluyoruz. Sayamamaktan ve söylememekten bitap düşüyoruz. Faciaya kayıtsız kalınca ölenlerin aslında ölmediğini var sayıyoruz. Mahpushanenin aslında bir sığınak olduğunu, dışarı çıkınca katılaşmış acıya çarpıp hızla bulunduğumuz noktaya dönmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bu sakilliği, çirkinliği, olmamışlığıve vicdanımızda beliren lekeyi gizlemek için sayısız nezaket gösterisiyle sonraki kahvaltı masasına oturuyoruz, parçası olduğumuz arzu ekonomisinin gereğini yerine getirmek için her gün aynı coşkuyla kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen günlerle daha da temkinli oluyoruz. Sığınağın kapısını sağlamlaştırıyoruz. Dışarıdan gelen gürültüye karşı sayısız gerekçelendirme üreten mükemmel fabrikalara dönüşüyoruz.
Çözümün ne hayali bir geçmişte, ne şu ana uymayan, -ona karşı değil, ona rağmen üretilmedikçe yinelemekte, anlam olmayan bir gerçeği yaratmakta- ne de gelecekte erkin söyleminin bir yansıması olması tehlikesinden, bunun farkında olmakla kaçınamayacağımızı belki hissediyor, belki bilmiyoruz.
Fabrikanın kusursuzlaşmasında beliren eylem, erkin yarattığı söylemi kusursuza yaslanan bir halde tekrarlamakta, tekrarı genişletip farklı hacimlerde yeniden üretmekte ve üretilmiş olanı yüksek hızda yaygınlaştırmamızda beliriyor. Diğer yandan, tam da otoritenin gerekli gördüğünü uyguluyoruz, iktidarı elinde tutanların ve söylemi ortaya çıkaran ve uygulamaya sokanların dolaşımını kolaylaştırıyoruz. Oysa oyunun içinde yer alan bizlerin çoğu bu söylemin, oyunun dışında kaldığında ısrar ediyoruz, böylelikle erkin bunaltıcı baskısından sıyrıldığımızı iddia ediyoruz, doğrudan içimize saldıran canavarları sakinleştirmek için, söylemin dışında kalmayı yeterli görüyoruz, aklımızı sessizleştirip, yavaşlayıp fabrikanın üretimini yavaşlatacağımızı hayal ediyoruz. Kişisel hakikatlerimiz biraraya geliyor, bazen diğerine uzak düşüyor, sonucunda erkin sayısız tekrarında kurulan baskının ağırlığında kendini koruyamaz, karşıt hamlesini yapamaz hale geliyor. Hayatlarımız bu baskının dile getirildiği, eyleme doğru eridiği mahpushanelere dönüştüğünden, bizler teker teker ya da kitleler halinde, artık ıslah edilmeyecek, zaten böylesi bir hedef hiç olmamıştı, bunun yerine sürekli kendini yenileyen, farklı biçimlerde ortaya çıkan suçluluk duygusuna ve tanımları erkin çıkarlarına göre değişen suç tanımlarının gerçekliğini var etmeye dönüşen öznelere evrilmiş durumda. Erkin söylemini oluşturan kaynakların kendi arasındaki karışık, sürekli kendini yeniden tanımlayan ilişkiler ağının ortasına bırakılmışız. Din adamları, politikacılar, bürokrasi, doktorlar, müteahhitler, gardiyanlar veya kolluk kuvvetlerinin ötesinde, değişmiş, yüzünü değiştirmiş erk üreticileri, onlara direnmeyi, aklı sakinleştirip söylemi reddetmeyi imkânsızlaştırmaya çalışıyor. Bu yeni söylem üreticiler artık esnaf oluyor, birlikte çalıştığınız insanlar oluyor, ailenizden birileri, belki sevgiliniz, bindiğiniz takside size dönüp bakmadan söylemin tahakkükümünü kuran kişi oluyor, bir emlakçının ağzından dökülen sözler oluyor, erkin söylemini bitmeyecek gözüken bir coşkuyla üreten bu fabrikalar, bu yüzler, aklımızdaki dinamik listeden çok daha hızlı, çılgınca değişiyor ve hayatın içindeki hakikatlerimizle temasımızı kesiyor, kendini çoğaltıyor ve üzerimize salıyor, bu ilişkiler ağında, bütünüyle bir akıl sessizliğini inşa etmek mümkün olmadığından, bu devasa söylem korosuna istemeden de olsa katılıyoruz. Erkin sesi oluyoruz. Başlangıç noktamız artık yerinde değil, bu direnişe nereden başladığımızı hatırladığımızdan emin değiliz, neyi korumamız gerekiyordu, neye dönüşmeyecektik, o kadar emin olamıyoruz. Ötesinde, şu an, biraz önce olmuş baskının, gerçekleşmiş şiddetin karşısında reaksiyon göstermenin doğru olduğunu düşünüyoruz, bundan uzak durmanın, karşı çıkmanın kurtuluş olacağını düşünüyoruz, buna göre bir söylem geliştirip, kimi zaman eyleme geçiyoruz. İsmi direniş oluyor, protesto oluyor, sloganı üretiyoruz ve yeniliyoruz ve yineliyoruz ve hakikatlerimizi fabrikanın hammaddesi olmadığına dair bir inanışa savruluyoruz. Daha önce gerçekleşenin tanıklarının, bunu çoktan unutmuşlara katıldığını görmüyoruz. Çözümün ne hayali bir geçmişte, ne şu ana uymayan, -ona karşı değil, ona rağmen üretilmedikçe yinelemekte, anlam olmayan bir gerçeği yaratmakta- ne de gelecekte erkin söyleminin bir yansıması olması tehlikesinden, bunun farkında olmakla kaçınamayacağımızı belki hissediyor, belki bilmiyoruz. Bunu söylemek, bu fabrikanın öğütücü erk ilişkisine dahil olmamanın cevabı, birinin yazdığı, diğerinin okuduğu bir metinde belirmeyecektir, çünkü tam da bu anda, bu metin okunurken kendini yeniden üreten erkin söylemine dahil olmamak, özne yaratan bu cisimleştirmeden de sıyrılmayı gerektirir. Belki. Bilmiyoruz. baris@futuristika.org