çükün düşsün adem baba!


Oğuhan Oğuz
Erk... Zulmün bir reçetesi varsa tam da buralarda bir yerlerde gizli. Su yüzüne çıkması içinse meselenin özenle incelenmesi zaruri. Daha da önemlisi, türlü mantıksal hokkabazlıklarla, laf cambazlıklarıyla, serbest çağrışımlarla, etliye sütlüye karışmadan muktedirlerin duymak-görmek-okumak istediklerini bir kenara not düşerek üç maymuna yeni bir boyut kazandıran arsızlıklarla değerlendirip altından kalkabileceğimiz lalettayin bir konu değil. Bütün bu zıvanadan çıkmış akıl oyunlarının temelinde zulmün, şiddetin bölünmez bütünlüğüne dair insan doğasına ait değiştirilemez kodlar olduğuna ilişkin argümanlar yatmaktadır. Söz konusu argümanlar, geldiğimiz noktada artık kanıksanmış ve içinden çıkılmaz bir hal almış “ataerkil toplum” özelinde ise erkek cinsinin yediği her haltın “kabullenilmesi gerektiğine”, “yapılacak hiç bir şey olmadığına çünkü bu durumun erkeğin doğasında olduğuna” dair hastalıklı ve fazlasıyla tehlikeli kitlesel bir düşünce altyapısına evrilmiştir. Bu altyapı dillere pelesenk olan milyonlarca örnekle pekiştirilebilir ancak bu bizi bir yere getirmez. Evet, erkekler biraz böyledir. Evet, kelime oyunlarını severler. Evet, siyaseti, futbolu ve bu alanlarda tavan yapan gaza gelme fonksiyonlarını da. Evet, matematiğin allah belasını versin derler. Evet, işlerine gelince matematikten anlarlar üstelik. Evet, sakalın külliyatı ve uhreviyatı onlar için bir önem arz etmez ama yine de bırakırlar. Evet, yakışıklı olduklarına inanmaya hazırdırlar. Evet, buna inandırılmayı pipilerine bir borç bilirler. Evet, pipilerinin onlara verdiği yetkiye dayanarak hareket ederler. Evet, hareketin, izahı sukuta mecbur kıldığını kabul etmezler. Evet, kabul ettirebildikleri ölçüde seks yapmayı marifet sayarlar. Evet, marifet saydıkları ölçüde toplumsal laci ceketleri ve bireysel kırmızı donları ile riyanın temellerini atmak onları bir anda kravat takmaya zorlar ama buna pek aldırmazlar. Evet, kravatı biraz gevşetip her şeyi bir kenara bırakabilirler. Evet, bunu mühim addettikleri toplantılar sonrası yapmak işin ehli olduklarını gösterir. Evet, bu sayede kurumsal kimliklerinden ödün vermemiş olduklarını düşünürler. Evet, zira kurumsal kimlikten ödün vermeleri toplumsal ayıba girer. Evet, bir şeyin ayıp olmasından ziyade, o ayıbın toplumsal olması daha büyük önem arz eder onlar için. Evet, arz ve taleplerini, bu riski göz önünde bulundurarak belirlerler. Evet, salt gerçeklik lafzını bu eksende dile getirirler. Evet, bunu yerinde konuşma ritüeli ile açıklarlar lakin kavramın doğası gereği akıllarına daha çok lisedeki felsefe öğretmenini getirdiğini inkâr etmezler. Evet, felsefeyi etek boyu, göğüs dekoltesi, topuklu ayakkabı gibi temel ilkelere dayanan bir bilim dalı olarak öğrendikleri bu dönemin sorumluluğunu almamaları gerektiği konusunda hemfikirler. Evet, hemfikir olmak, fikir sahibi olmakla aynı şey onlar için. Evet! Tamam evet! Elbette evet! Evet de! Anladık be kardeşim! Anladık da biz mevzunun neresindeyiz? Hikâyenin gerçekten X değil de Y kromozomu taşımakla ilgili olduğuna inanıp, buradan yola çıkarak mı mücadele edeceğiz? Hadi diyelim buradan yola çıktık, Anabaptistleri, Mennonitleri, Hutteritleri, Kibbutzları denklemin neresine koyacağız? Bu topluluklarda da önemli ölçüde Y kromozomu taşıyan bireyler mevcut, lakin gelin görün ki şiddetin ş’sine zulmün z’sine rastlayamazsınız. Bu durum görmek isteyenlerinize erkin cinsiyetle uzaktan yakından ilgisi olmadığını açıkca ifade eder niteliktedir.

Terminolojik açıdan erk, iki ucu boklu değnek bir dinamiğe tekabül etse de irdelenmesi gereken mevzunun anlatı sürecinden ziyade çıkış noktası ve bu noktanın sosyal yaşamı hangi paralelde etkilediğidir. Bu bağlamda, yaşadığımız çağda sosyal yaşam üzerinde etkisi olarak herhangi bir kavramı dini, siyasi ve ekonomik anlatılardan bağımsız olarak değerlendiremeyeceğimiz gibi erki de söz konusu anlatılardan bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Kaldı ki erk, muktedirlerin dini, siyasi ve ekonomik parametreleri tek bir potada eritebilmeleri ve ortaya çıkan sistemi kendi lehlerine çevirebilecek adımları rahatça atabilmeleri için gerekli kamuflaj enstrümanlarının başında gelir. Bütün bu parametreleri erittikleri pota şiddet, nihayetinde ortaya çıkan sistem ise zulümden ibarettir. Şiddetin rahatlıkla pompalanabildiği, zulmün alelade kontrol edilebildiği bir yapıda olan biteni sermayeden bağımsız düşünmek, her fırsatta Polyanna’nın kulaklarını çınlatmakla eşdeğerdir. Mevzunun çıkış noktası sermayedir. Bu bağlamda, mücadeleyi doğru bir eksende kurgulamak için ilk anlaşılması gereken sermayenin hangi telkinlerle bu denli uzun soluklu bir süreci devam ettirebildiğidir. Bu noktada hikâyenin tarihsel sürecinde karşımıza iki gaddar pezevenk çıkmaktadır. Bunlardan biri John Locke, diğeri Adam Smith’tir. Hikâyenin asırlar boyu bu denli acıklı seyretmesi, ırk islahının olağan bir temele oturması, zulmün sermaye ile kutsanması, bu iki dangalağın mimarı olduğu düşünce altyapısının bir sonucudur. Bu altyapı temelde mülkiyet ekseninde modern bir dünyanın kapılarını açmış gibi görünse de devam eden süreçte son derece vahim sonuçlar doğuran, vehametin, şiddetin ve zulmün katsayılarını arttırararak toplumu alt kısımlarında farklı ölçeklerde sosyal morgların giderek daralan üst kesimlerinde ise “standartlarını” kamufle yeteneklerine göre belirleyen kan ve petrol bağımlısı patolojik vakaların oluşturduğu bir piramit olarak şekillendiren bir anlayışın tezahürüdür. Günümüzde söz konusu yapının fark katmanlarında karar mekanizması, yön veren etken vs. konumunda çoğunlukla erkek cinsinin yer alması, erki somutlaştıran bir donanımı işaret etmekten ziyade, söz konusu cinsin acziyetini, kullanılabilirliğini, en kaba tabirle basitliğini gösteren bir durumdur. Piramidi kapladığınız boyanın ucuz olması, ihtiyaç anında tüketilebilir olması, şiddetin salt gerçekliğe dönüşmesini kolaylaştırmak, zulmü kutsal kaselerde saklamak için gerekli maliyetleri düşürmek için belirlenen bir stratejidir. Dolayısıyla erkin cins üzerinden sorgulanması sadece boyanın piramidin üzerinden kazınmasına imkân tanır. Mücadelenin bu eksende olması piramidi yerle bir edecek nitelikte değildir. Muktedirlerin yakasına yapışmak için gösterilmesi gereken irade ancak acziyetini kabul etmiş, geldiği noktanın vehametinin farkında, muktedir olma heveslerinden kurtulmuş, hiç tereddüt etmeden erkin de, John Locke’un da, Adam Smith’in de, serbest piyasa ekonomisinin de, teolojik altyapıların da ta ... diyebilen, kromozomlarını bir kenara bırakarak zulmün karşısında durabilen bireylerin gösterebileceği bir iradedir. Bu nereden baksan bir yüzyıl daha sürecektir lakin şimdiden “karşı durmak” adına ufak ufak birkaç adım atılabilir. Hiç değilse vicdana iyi gelir! oguzo@sabanciuniv.edu