Kırsalı ve şehri kalkınmacı dayatmadan kurtarmak


Durukan Dudu
Bu yazıyı, bir dostumuzun kelimeleriyle “yüreğinin en derin mahzenine inmesini de, zihninin en yüksek merdivenlerine tırmanmasını da iyi bilen” bir yaşam ozanının, Alexis’nin anısına adıyorum.
 
Kendime “Bütün bunlar ne zaman başladı?” diye sorduğumda en makul cevabım “Ranger Birliği” oluyor. Lise yıllarımızda doğayla uyumlu bir yaşam için ortak işler yapmaya çalıştığımız, 6-7 kişilik bi’ kolektifti bu. Kolektif kavramını bilmiyordum o zamanlar; Ranger Birliği'ni kurduran da bilgi-analiz-sonuç süreciyle varılan bir çözüm arayışı değil, sezgisel bir itkiydi sanırım.
 
Bu itkinin iki bileşeni vardı: Birincisi, doğanın koynunda, her anın farkındalıkla kutsandığı yaşamlara doğru “yolda beraber yürümek”. İkincisi, insanlar arasındaki ilişkinin böyle değil de, olmasını istediğimiz gibi (adaletli, şenlikli, dayanışmacı, falan) olduğu bir toplumsal model düşlemek ve bunu (“Tekmetin”imizdeki ifadeyle) mikro-toplum düzeyinde yaratmak.
 
Diğer bir deyişle, 1) insanın doğayla ve 2) insanın insanla kurduğu ilişkiyi yeniden kurgulamak, kendi çapımızda,
çağımızın hikmetinden sual olunmaz ve ideolojiler-üstü dogması kalkınmacılığın ve bileşenlerinin en önemli özelliği, bir bütün olarak yaşamı oluşturan bu iki ilişki / etkileşim alanını mahvediyor olması.
 
Kalkınmacılık efsanesinin kökenlerini, önvarsayımlarını, parçalarını tasniflemek ve de hem içinde yaşadığımız “sistemi” nasıl temelden şekillendirdiğini, hem de gündelik hayatlarımızı nasıl baydığını anlatmak zor, bu uzunlukta bir yazıda.
 
Haliyle bu temel gerekçeleri naçizane bir yazımı[1] önererek geçmek ve  her türlü ayrımcılıktan ötekileştirmeye, emek sömürüsünden ekolojik yıkıma, doğaya yabancılaşmadan sanatın metalaşmasına kadar binbir musibetin en temel nedeni olduğuna inandığım bu dogmatik kalkınmacı dayatmanın, fikrimce en önemli boyutlarından biri olan ama son yıllara kadar üzerinde nispeten az kafa yorulan şehir-kır etkileşimine dair iki çift laf etmek, niyetim.
 
Kalkınmacı dogmanın en belirgin dayatmalarından biri de, “şeyleri” bir araya toplayarak tektipleştirmek . Doğası gereği zira, her şeyi indirgeyerek tasnif etmek ve kontrol altında tutmak zorunda, tüm eylemelerinin temel sebebi bu.
 
Bu toplama ve tektipleştirme takıntısının en belirgin olduğu alansa köy, şehir ve kırsalı üçlüsü arasındaki etkileşimler ağı. Yönetsel, mekânsal, algısal, toplumsal, ekolojik, ekonomik... Aklınıza gelebilecek tüm ilişki ve etkileşimler.
 
Kalkınmacı paradigma buradaki arzusunu saklamıyor: İnsanlar şehirlerde ve kalabalık olarak, kabul edilebilir sınırlarla tasniflendirilmiş, zamansal tempoları belli, çeşitliliği görünürde yüksek-gerçekte yok, varoluş törpüsü, tüketen hayatlar yaşasınlar.[2]
 
Bu sayede şehir ve barındırdığı tüm sosyo-ekonomik ve kültürel yaşam, tepeden müdahalelerle -o veya bu yönde- düzenlenebilir hale gelsin. Küçük dokunuşlarla büyük etkiler yaratabilmenin yolu zira, değişkenleri tektipleştirip kontrol altına almaktan geçer.
 
Köy ise, üç-beş güzide ekoturizm müzeciği dışında, kalmasın. Zira dağınık, kendi iç kurum ve toplumsal yapıları olan, yaşam ritmini sabah 8 – akşam 5 mesaisinden değil de doğanın ritminden, lodostan ve getirdiği yağmurdan, toprağın tava gelmesinden ve tabii ki bedenle ruhun en bi’ güzel denge hali olan tembellik hakkından alan köyü kontrol altına alması zor, namümkün değilse.
 
Bu arzu, köy ve kırsal yaşamın önemli bileşenlerinden biri olan tarımda nispeten başarılmış durumda. “Verimlilik artacak” çarpıtmasıyla tohumunu kendi ayıran, polikültür (çok-çeşitli) tarım yapan, nispeten geleneksel yöntemleri ve kadim bilgileri kullanan küçük ölçekli çiftçilerden hibrit ve / veya GDO’lu tohum sarmalına müptela, fazlasıyla mekanize ve teknoloji bağımlısı, “uzmanlaşmış”[3] büyük ölçek firmalara doğru devam eden gidişat, Türkiye gibi kalkınmacılık dogmasının zirvelerinde dolanan ülkelerde hızla güçleniyor.
 
Bu dogmanın temsilcisi olanların “tahayyülü”, ABD gibi köyü olmayan, çiftliklerden ibaret – hammadde üreticisi bir kırsal alan yaratmak. Son aylarda gündemi gerektiğinden az meşgul eden Büyükşehir Yasası da misal, bu tahayyülün ete-kemiğe bürünmüş hali.
Siyah veya beyaz olmalı her şey zira, kalkınmacılığın gözünde.  Herkes ve her şey, tarafını seçmeli.
Ve hiçbir birey ya da topluluk, “kendine yeterlilik”, “yerinden yönetim” ve “yerel ekonomi” gibi kontrol dışına çıkacağı fikirlere kapılmamalı.
 
Gidişat kötü. Şehirliler emeklilikte köye yerleşme planı yapıyor, köylerse giderek yaşlanıyor – işsizlikten değil, gelecek ve umut görmüyor gençler, köylerinde.
 
Ve ama, her dogma gibi kalkınmacılığın da sonu yaklaşıyor. Bu ideoloji-üstü, hikmetinden sual olunmaz önvarsayımlar toplamı sorgulanmaya başlıyor.
 
Ve dahası, her ne kadar hâlâ emekleme aşamasındaysa da, dayatılan şehir-kırsal ikiliğini çatır çatır çatlatacak ekoköyler, komünler, şehirli-köylü dayanışma ağları, kırsal yaşam kolektifleri hayal ve fikir ölçeğinde inanılmaz, plan ölçeğinde baya’ bi’, hayata geçirme noktasında da “tam da olması gereken” hızla artıyor.
 
Kalkınmacılığın sıkıcı ve bayık dayatmasına en sağlam ve şenlikli, en güzel gülümseyen cevap kırsal-şehir muhabbetini yeniden kurgulayanlarca veriliyor.
 
Devamını gelecek aya saklayalım.
 
 
Ormanevi, Yeşil Gazete, Yeşiller ve Sol Gelecek, Buğday

{C}[1]{C}              Durukan Dudu, “Kalkındıran sürdürülebilirlik yolunda: bütünlükçü mera yönetimi”, Kırsal Kalkınmada Alternatif Yaklaşımlar, Heinrich Böll Derneği ve Kalkınma Merkezi (Kitaptaki bu ve diğer makaleler internetten okunabilir)
{C}[2]{C}              Uzak topraklardan ufak bir anekdot: Orta-Kuzey İsveç'teki Jämtland, tarihi boyunca yerelden yönetilmesi, insanların topluluklar halinde ve başlarına buyruk yaşamalarıyla (ve Norveç köyleriyle yaptıkları kaçak ticaretle) ünlüdür. Kral 3. Gustav, bölgeyi ve durumu kontrol altına almak için Östersund şehrini kurar, 1758'de.
{C}[3]{C}              Uzmanlaşma ve teknolojinin ölçeği konularında eskiliğine rağmen güncelliğini kaybetmeyen bir yeşil başucu eseri E. F. Schumacher'in Küçük Güzeldir’i.
https://twitter.com/Yudheyn