Kimlik Üzerine: Silinişin Mekânı Metropoller
Pınar Yağdı
Ben kim olduğumu anlamaya çalışıyordum yalnızca... Belki de herkesin farkında olmadan yaptığı, yapmaya çalıştığı gibi. Sanıyorum ki kendini tanımlamak, sosyal, bireysel, içsel olarak kendini konumlandırmak bir ihtiyaç. Bu ihtiyaç beni, “benim”i, “kimliğimi” sorgulamaya yöneltti. Ben “kim”dim? Nereye aittim? Bu kimliği nerden edinmiştim?Kendi kimliğimi anlamanın karmaşıklığı bir yana, kimlik oldukça faklı tanımlamalara, eleştirilere açık bir kavram olarak karşıma çıktı. Kimlik kavramı şöyle açıklanmış: toplumsal varlık olarak insana özgü belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların ya da herhangi bir nesneyi belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü. Bu tanım doğru olsa bile beni tatmin etmeye yetmedi. Merak ettiğim noktalardan biri tanımda geçen bu belirti, nitelik ve özelliklerin kim tarafından kabul gördüğü sorusuydu. Bu kavramları oluşturan ve ortaya koyan bendim ve başkaları yalnızca kimliğimi mi okuyorlardı? Yoksa bu kimlik bana “yapıştırılmış”, sunulmuş muydu?
Murat Tuncel ise 2006 Eylül tarihli yazısında öz bir şekilde: “Kimlik, bir insanın kendini ifade etmesi ya da kendine özgü özellikleriyle başkaları tarafından tanınmasıdır,” diyor. Bu tanımdan kendi adıma çıkardığım sonuç kimliğin sürekli bir etkileşim, değişimi içinde olduğu oldu.
Bir anlamda “kimlik” bireysel ve sosyal olanın biraraya getirildiği bir içeriğe sahipti. Bu karmaşık kavramın ana
bileşenlerini ise şöyle kabul etmek hata olmaz sanıyorum. Bu bileşenlerden birincisi “tanınma ve tanımlama”, ikincisi ise “aidiyet”tir. Tanınma ve tanımlama bireyin toplum içerisinde, toplum tarafından nasıl tanındığı ve kendisini nasıl tanımladığıdır. Aidiyet ise bireyin kendini herhangi bir toplumsal gruba dahil hissetmesiyle kendini gösterir. Burada önemli olan nokta şudur ki; her ne kadar toplum bireyi belli bir kimlikle tanımlıyorsa da, birey kendini söz konusu kimliği oluşturan topluluğa dahil hissetmiyorsa, o kimliğe sahip olduğu söylenemez. (Aydın, 1999)
Bu noktada kendi kimliğime geri dönmek ve bir kez daha sorgulamak gereği hissettim. Aidiyetimin (kültürel, dinsel, ırksal vb.) zayıfladığını bir anlamda kimliğimin sosyal yanının boşaldığını ve metropol yaşamı içinde bireysel tarafımın yalnızca bana verilen görevler üzerine kurulu olduğunu fark ettim. Böylece bugüne kadar benim üzerime “yapıştırılmış etiketlerin” (bir anlamda kimlik bilgilerimin) gereksizliğini ve belki de yanlışlığını gördüm.
Çünkü metropolde bu etiketler işlemiyordu. Ya da insanlar tarafından okunmuyorlardı. Önemli olan kültürel, dinsel vb. aidiyetin dışında kaba bir deyimle sizin işe yarayıp yaramadığınızdı. Çünkü modernite bu uzmanlaşmayı
tüketiyordu. Simmel’in deyimiyle “Metropol, kişisel olan her şeyi yutarak büyüyen bu kültürün bütün çıplaklığıyla
sergilendiği bir sahne”ydi. (Simmel, 2003) Ancak bu tüketilme sırasında günümüzde olduğu gibi kaldırıp atamadığımız bu etiketlerimizle “ötekileri” etiketliyorduk ve gizliden gizliye çatışıyor -siliniyorduk. Metropoller bu silinişin mekânıydı. Farklı kimliklerle temas ettikçe fark etmeden çözülüyorduk.
Bu silinmişlik mekânlarında belki de çözülmüş bireyler olarak bulunuyoruz. Giddens’ın görüşü de bunu destekler nitelikte sanıyorum: “Modernitenin, yerlerine daha büyük, kişisel olmayan organizasyonlarını geçirerek, küçük toplulukların ve geleneğin koruyucu çerçevesini yıktığı söylenebilir. Birey daha geleneksel ortamların sağladığı psikolojik desteklerden ve güven duygusundan yoksun bir dünyada kendini kaybolmuş ve yalnız hisseder.” (Giddens, 1991)
Tüm bu yazdıklarım doğrultusunda metropollerin çatışmanın merkezi olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor olmalı. Çatışmadan yara alan kimlik verilerimiz kayboluyor. Ancak şunu altını çizmeliyim ki bu kaybı ya da kendi deyimimle silinişi mutlak olumsuz bir durum olarak ortaya koymaktan kaçınıyorum. Bence kim olduğunu sorgulayan , istemediği etiketlerinden sıyrılan metropol insanı eğer kendi farkındalığını yaratmayı başarırsa daha üst bir kimliğe bürünme ihtiyacına çözüm bulmuş olacak. pinaryagdi@hotmail.com