MERCEK
Elektronik Film Yönetmenleri Sözlüğü
Serdar Kökçeoğlu, Müzik Hayvanı
“Altı vahşi yönetmen için yazılmış altı elektronik parçadan oluşan Elektronik Film Yönetmenleri Sözlüğü albümünün öncelikli amacı, söz konusu yönetmenleri sesle tarif etmek / anlatmak,” diye tarif etmiş albümünü mecmuanın özlenen kalemi Serdar Kökçeoğlu. Bunuel, Cronenberg, Jodorowsky, Parajanov, Tsukamoto ve Wakamatsu için yapılmış elektronik parçaların kimi olgunlaşmış hatta bitmiş haliyle, kimi ise daha çok bir sample gibi, uçları açık ve hatta ödünç alınabilir bir şekilde albümde yerini almış.
Müziğe ve video sanatına da fazlasıyla bulaşmış bir sinema yazarının izini sürdüğü yönetmenlerin kalbine inme macerası olan bu 10,5 dakikalık albümü tabii ki bassa bassa Müzik Hayvanı basardı. Müzik Hayvanı (candır) nokta com’dan albümü indirebilirsiniz. Siteye girmişken bir diğer yeni albüm olan Tolga Tüzün’ün son elektronik ve elektroakustik çalışmalarından oluşan SOnuMUT albümünü indirmezlik etmeyin.

Ekümenopolis
Beyoğlu Majestik, Ankara Kızılırmak
Öncelikle KargART’taki gösterimde salonda boş yer bırakmayan seyircilere teşekkürle başlayalım. Sıra şimdi size geldi mecmua okuyucuları; Ekümenopolis uzun uğraşıların ardından 4 Mayıs’ta vizyona giriyor. Yıkılan gecekondu mahallelerinden şehrin silüetini değiştiren gökdelenlere, Marmaray’dan 3. köprü safsatalarına şehirde olup biten üstüne yapılmış kapsamlı bir belgesel. Olup bitene seyirci kalmayıp harekete geçmek için ilk adımı filme gitmekle atabilirsiniz. Vizyona doğru dürüst film girmiyor diyenlere de şiddetle tavsiye ederiz, ne süre vizyonda kalacağının da size bağlı olduğunu hatırlatarak.

YAYIN
Tom Robbins’e özel bir ilgimiz olduğunu şu kılavuz sayfalarını takip eden dikkatli okur fark etmiştir. Yine bir Tom Robbins romanı tanıtacağız ama tanıtmasak da olmaz ki. Yazarın Pancarın Dansı ile birlikte en bilinen ve aslında 1976’da yazdığı 2. roman olarak başyapıtı sayılan Kovboy Kızlar da Hüzünlenir nihayet Türkçe’ye çevrildi. Hem de ara sıra mecmua sayfalarını da şenlendiren arkadaşımız Sona Ertekin tarafından. Dil oyunları, kurgu kabiliyeti ve zekâsıyla her daim eğlenceli bir okuma sürecini garanti eden Robbins’in bu “yeni” kitabı uzundur rafınızdaki yerini bekliyordu zaten.
Britanyalı teolog ve öğretmen Edwin Abbott Abbott’ın en büyük eseri Düzülke, Hasan Fehmi Nemli’nin çevirisiyle Helikopter Yayınları’ndan yayınlandı. Abbott’un 1884’te yazdığı ve hemen büyük ilgi gören eser, erkeklerin çokgen, kadınların da doğru parçaları olduğu 2-boyutlu bir dünyanın tasvirini yapıyor ve satirik bir yaklaşımla viktoryen toplum hiyerarşisini anlatıyor. ‘60’larda Isaac Asimov’un önsözüyle de yayınlanan roman bilimkurgudan çok matematik-kurgu alanında bir başyapıt.
FİLM
Nihayet tamamlandı ve hazır. 2008 yılında Martin Scorsese’nin yapacağı açıklanan Bob Marley belgeseli Marley, 2 yönetmen değiştirerek sonunda izleyiciyle buluşuyor. Çok genç yaşta kaybettiğimiz, müzik ve insanlık abidesi, efsane isim Bob Marley’nin ailesinin ve onu yakından tanıyanlarından da katkısıyla kotarılan belgesel, sanatçı hakkındaki en kapsamlı yapım olma özelliğini taşıyor. Being Mick ve Touching The Void gibi belgeselleriyle tanıdığımız Kevin MacDonald’ın Jonathan Demme’den koltuğu alarak sonlandırdığı yapımı karşılaştırmak için Bob’un eski kız arkadaşı Esther Anderson’un yine geçen sene prömiyeri yapılan Bob Marley: The Making of a Legend belgeseline de bir gözatabilirsiniz. Her türlü kaçmaz.
Sean Penn’in egzantrik karakterleri oynamasına alışığız. Ama bu her zaman doğru işliyor mu o ayrı konu. I Am Sam, She’s So Lovely gibilerde işlememişti belki de. State Of Grace ve Milk’de ise tam yerindeydi. İtalyanların yeni dönem yeteneklerinden Paolo Sorrentino’nun son filmi This Must Be The Place’de yarattığı Robert Smith-Ozzy Osbourne kırması yaşlı rock star karakteri ise yer yer asap bozmasına karşın ilginç bir çekiciliğe de sahip. Dublin-Amerika kırsalı arasında geçen, yanıtsız sorularla dolu bu Wenders-vari film, bir rock starın babasına işkence yapan ve dünyada kalan son Nazi savaş suçlularından birini araması üzerine. Sonuç değil, sonuca giden yol üzerinden nefret de edebileceğiniz ama belki de sizi tavlayabilecek de bir film. Harry Dean Stanton’ı görmek güzel, sinematografi de öyle. Ama ne desek boş, küfür yemek adına da olsa öneririz.
DİZİ
Breaking Bad, Dexter falan gibi istisnaları saymazsak; 4., 5. sezonlar, bir dizinin suyunun çıkmaya başladığına delalettir aslında. Lost’un ne hallere düştüğünü hatırlayalım… İlk sezonlarında yaşattığı heyecan dozuyla 4. sezonuna da bakarak olduğumuz Fringe’in 5. sezon akıbeti belli değildi. Herhalde bunun da etkisiyle inişli çıkışlı bir sezon sürdü gitti. Sezon finaline doğru tempo artsa da eskisi gibi değildi işte Fringe. Geçtiğimiz haftalarda 5. sezon anlaşmasını yapmadan önce öyle bir kanala girdiler ki, “Vay canına!!” dedik. Şimdi burada şu oldu, bu oldu diyerek seyrin keyfini kaçırmayalım. Ama çok acayip şeyler oldu. 5. sezon son sezon olacakmış, şimdiden yeni sezonu beklemeye başladık.
ALBÜM
Sonunda oldu. Son 10 yılın en etkili ve çalışkan müzisyenlerinden Jack White, The White Stripes, The Raconteurs, Dead Weather, çeşitli film müzikleri ve prodüksiyon işlerinden sonra nihayet solo albümünü yayınladı. Blunderbuss ismini taşıyan çalışma White’ın artık uzmanı olduğu türlerarası havalar içeriyor. Albüm yer yer 1950’lerden bir soul albümü gibiyken, ‘60’lardan bir blues albümü veya ‘70’lerden bir punk albümü gibi de tınlayabiliyor. Net olarak hit’lerden oluşuyor demek için vakit erken ama keyifle dinlenebilen, güzel işçiliğiyle bahar günlerinde dinleyicisini ayaklandırabilecek bir albüm. White’ın seveni de sevmeyeni de çok ama artık bir usta olduğu hakkını teslim etmeli.
Has adamlarımızdan Dr. John son yıllarda düzenli olarak “iyi” albümler çıkarıyor, New Orleans’ın başına gelenleri bir şekilde gazeteci gibi anlatıyor, o kendine has sesinin de neredeyse yarım yüzyıldır bizleri şenlendiriyordu. Ancak doğruya doğru ‘60 sonu ‘70’ler başı “şeytan tüyü” pek ortalıkta gözükmüyordu. Bunun için demek ki genç bir akla ihtiyacı varmış. The Black Keys ile olan işlerini pek sevdiğimiz, grubun vokal-gitaristi Dan Auerbach’ın prodüksiyonuyla gerçekleşen son Dr John albümü Locked Down, ustanın hep en iyi bildiği sularda ama uzun süredir de yaptığı en enerjik, en dinamik çalışma. Artık 70’ini devirmiş Rebennack’ın külliyatı ise 24 Mayıs günü kabinde Bahadır Dilbaz tarafından kulaklarınıza ulaşacaktır. Bilginize.
M Ward'u kapağında Türkiye bayrağı da bulunan albümü Post-War ile takip etmeye başlamıştık. Gerçekten de çok taze fikirlerle dolu başarılı bir albümdü. Daha sonra Norah Jones’la çalışmaları, Zooey Deschanel ile kurduğu She & Him ve Bright Eyes’dan Mike Mogis ve My Morning Jacket’tan Jim James ile oluşturduğu süper grup Monsters of Folk gibi projeleriyle devam etti, 2009’da çıkardığı Hold Time da liste başarısı yakaladıysa da bu projelerin arasında biraz tekdüzeydi. Yeni albümü A Wasteland Companion ise şarkıcı / şarkıyazarının ustalık aşamasını müjdeliyor. Sound olarak her zaman yaptığı gibi “indie-folk”un etrafında gezmeye devam etse de güçlü şarkılar yazmış bu albüm için Ward. Howe Gelb, John Parish, Steve Shelley gibi kalburüstü isimlerinde katılımıyla yaz başı günlerde kulaklıkta ilk tercihlerden olmalı, olacaktır.
Bobby Conn’u bilir misiniz? Şöyle diyelim; hani protest-Prince müziği yapan adam. 2007’deki pek başarılı King For a Day’den 5 yıl sonra yeni albümü Macaroni ile bizleri mest ediyor. Yeni akım türlerarası yetenkler Patrick Wolf ve Owen Pallett gibilerin öncüsü sayabileceğimiz Conn, Macaroni’de de hem müzisyen olarak yeteneklerini hem de yenilikçi “outsider” tarafını sürdürmeye devam ediyor. “The Truth”, “Face Blind”, “Can’t Stop The War” gibi yılın en güzel şarkılarına sahip albümde Conn yine sosyal-duyarlılığını da göstermeye devam ediyor. Kendisiyle tanışmak için doğru yer, doğru zaman.
‘90’ların başında rave kültürünün merkezinden doğan bir ikiliydi Orbital. Phil ve Paul Hartnoll kardeşlerin elektronika ve techno alanında yarattığı sesler onları efsane statüsüne koymaya yeter de artar. 2004’te ayrıldıktan sonra müzik yapmaya devam ettiler ama pek de ses duyuramadılar açıkçası. Şimdi, elektronik müziğin geri dönüş kıvranışları yaşadığı şu dönemde geri geldiler ve 8. albümleri Wonky’i yayınladılar. İkilinin en başarılı oldukları ilk dönemlerini hatırlatan albüm, son dönemlerin en başarılı elektronika çalışmalarından biri desek yeridir. Yer yer The Chemical Brothers’ı hatırlatan, Zola Jesus’un da bir şarkıda gruba eşlik ettiği çalışma, yaz partilerinde demirbaş olmalı. Hani hâlâ parti yapan varsa diye söylüyoruz.
KONSER

“Tom’s Diner”, “Luka”, “In Liverpool” gibi şarkılarıyla ‘80’lerin ve ‘90’ların en yetenekli şarkıcı / şarkıyazarlarından biri olduğunu kanıtlayan ve kendinden sonraki kuşağa ilham olmuş bir isim Suzanne Vega, 13 yıl aradan sonra 2 konser için İstanbul’da. 2000’leri eskisine nazaran sessiz geçiren sanatçı, 2010 yılından itibaren tekrar kaydetmeye ve Close-Up serilerini yayınlamaya başladı. 4.’sü bu sene yayınlanan seri sanatçının eski şarkılarına yeniden sahip çıkma çabası. Önce bu serileri alıyoruz ve hazır istim üzerindeyken de Vega’yı kaçrmıyoruz. Zaten sanırız bir kuşak ön sıralarda yerini almaya tereddüt etmeyecektir. 22-23 Mayıs, Salı, Çarşamba, 21:30, Salon İKSV
Genç kuşak caz vokalistleri Caz Ağacı etkinliklerine bir yenisini daha ekledi. Bu kez Brezilya; ılık rüzgâr, kibar dalgalar... Bossa-nova’nın öncü isimlerinden, yaptığı parçaların neredeyse tamamı caz standartları arasında gösterilen Antonio Carlos Jobim’e geldi sıra. Bilmeyenler için kısa özet geçelim: Aşağıdaki vokalistler ve niceleri caz tarihinden önemli bir figürü seçip Ella Fitzgerald, Frank Sinatra gibi, çıkıp solo ve finalde de beraber şarkılar söylüyorlar. Dönem kostümlerine bürünmeleri de cabası. Şimdi 1950 sonları Copacabana kumsalındayız… Vokaller: Ayşe Gencer, Ülkü Aybala Sunat, Evrim Özşuca, Bora Çeliker, Elif Çağlar, Şirin Soysal, ayrıca Cem Aksel (d), Kağan Yıldız(b), Can Çankaya (p), İmer Demirer (tp) 5 Mayıs, Cumartesi, 22:30, Romeo Juliet