TIMBER TIMBRE: KANADA COOL’U


Utkan Çınar

Timber Timbre’yi geçtiğimiz yıl çıkardıkları 4. albümleri Creep On Creepin’ On ile duymuştuk. Popülariteleri de bu zamana denk geliyor zaten. Grubun her şeyi Taylor Kirk geçen ay Salon IKSV’de pek keyifli bir konser verdi. Grubu yoktu ama gene de çok güzel bir seyirciyle güzel bir gece geçirdik. Konserden önce de yanına uğrayıp nereden geliyor bu güzel melodiler diye de sormayı ihmal etmedik. Bu söyleşinin gerçekleşmesinde yardımcı olan Berna ve Fırat’a buradan teşekkürler.

Öncelikle pek güzel yeni albümünüz için tebrik etmek isterim. Bu akşam tek başına çıkacaksın ama turnede her zaman böyle olmuyor değil mi?
Hayır her zaman tek başıma değilim. Bu son turneden sonra bir ara verdik tek başıma devam etmem için. Yıllar önce ilk çalmaya başladığımda aynen böyleydi. Daha sonra kemancı Mika ve lap-steel’ci Simon’la çalmaya başladım. Böyle 3 sene turne yaptık. Bence de proje oydu. Değişkenliği olan bir şey olmasını istiyordum.
Ne zaman yalnız, ne zaman grupla çalacağına nasıl karar veriyorsun?
İlk başladığımızda her zaman grup vardı. Tek başıma çalmak gibi bir fikrim de yoktu. Gerçek bir gruba dönüşmüştük ve gürültülüydük. Bir zamandan sonra her şeyin başladığı yere bir göz atmak istedim tekrardan.
Son albümünüz Creep On Creepin’ On’dan sonra aralıksız turnedesiniz sanırım?
Neredeyse. Çok büyük aralar olmadı, en fazla 1 aylığına eve dönebilme şansımız oldu. Genelde 1-1 buçuk ay turne sonra 2-3 hafta boşluk gibi oluyor. Ama kendi başıma hiç bu kadar uzun bir turne yapmamıştım. Çok yorgunum. Bundan sonra 2 hafta gibi bir boşluğumuz var, ardından Feist’la beraber grup halinde Amerika turnesinde olacağız.
Bu akşam kendi başına olduğuna göre ilk iki albümünüz Cedar Shakes ve Medicinal’dan da şarkılar çalacaksındır diye umuyoruz.
Evet, evet kesinlikle. O albümleri biliyor musunuz? Şaşırdım. Sadece plak olarak basıldı onlar. Ve çok fazla da yanımızda taşıyamıyoruz. Burada da dağıtıma çıkmadı ve elimizdekiler de birkaç konser önce bitti maalesef.
İlk iki albümündeki kayıtlarda vokalin daha direkt ve belki daha duygusal, daha bluesvari tınlıyor. Son iki büyük-şirket albümünde ise daha özgün, bir kara komedi personası var vokalinin. Böyle bir değişim olduğuna katılıyor musun? Bilinçli bir hareket miydi?
Çok fazla farkında değildim aslında. Çünkü dinlemiyorum albümleri. Daha önce de böyle yorumlar yapılmıştı. Ve sonrasında dinlediğimde çok bariz olduğunu gördüm bu farkın. Bir personadan bahsedebiliriz, ilk iki albümdeki samimi halden sonra. Bilmem; belki de canlı çalmanın, insanların ilgisine maruz kalmanın yarattığı bir durumdur. Çok bilinçli bir tavır olmadı. Hiçbir zaman insanların önünde çalarken rahat olamadım. Hâlâ da değilim ama bunu sevmeyi öğrendim. Ama hiç kolaylaşmadı. Şimdi müzik daha fazla insana ulaşmaya başladığında kırılganlığı dengelemek için kullandığım bir tavır olabilir.
Mika ve Simon’la hep beraber miydiniz? Yoksa ilk iki albümden sonra mı bir araya geldiniz?
Evet 3. albümden itibaren çalmaya başladılar. Bu son albümde bir grup gibi olduk. Şarkı yazma safhasında değil ama kayıt ve aranjmanlarda yer aldılar.
Yazma rutinin nasıl? Albüm çıkıyor, turnesi yapılıyor ve sonra yeni albüm için çalışılıyor mu? Yoksa sandıkta kalanlara uğradığın oluyor mu?
Aslında her zaman bitmemiş fikirler halinde yer alıyor. Turneler sırasında fikirler oluşuyor. Yeteri kadar iyi malzeme olduğunu düşündüğümde oturup birleştiriyorum. Bunun için de evde olmam ve odaklanabilmem gerekiyor.
 
Tekrar ilk iki ve son iki albüm arasındaki farklara gelmek istiyorum. İlk çalışmalarında keskin bir blues ve eski country-folk havaları var. Karen Dalton’ın ‘60’lar başında yaptığı ev kayıtlarını hatırlattı bana. 2-kanal kayıtlar, banjo… Son iki çalışmada da ‘50’lerin ballad stili dikkat çekiyor. Elvis belki. Buradan yola çıkarak bu çalışmalarında seni etkileyen isimlerden bahsetmeni isterim.
Kesinlikle haklısın. İlk albümden önce bir arkadaşım bana Smitsonian Folk Anthology’i* vermişti. Şaşkına dönmüş, çok etkilenmiştim. Benim için büyük bir keşifti. İlk iki albümde yapmak istediğim bu unutulmuş kayıtlar gibi tınlayan müzikler yapmaktı. Kötü bir PC’de, 4-kanallı saçma kurulumlar, berbat mikrofonlarla… Kötü tınladılar ama bunu kucakladım. Daha sonra neredeyse kronolojik olarak ilerledim ve ‘50’lerin rock n’roll, doo-wop ve soul’uyla ilgilendim. Elvis tabii ki önemliydi. Onun dışında Nick Cave ve Leonard Cohen isimlerini verebilirim. Neil Young’ın etkisi büyüktür. Nina Simone.
İki bağımsız albümden sonra bir plak şirketi ve berbat PC’den sonra iyi bir stüdyoda kayıtlar yapmak bir baskı yarattı mı?
Evet, kesinlikle. Toronto’da teknisyen Chris Stringer’ın stüdyosunda çalıştık. Kendisi çok iyiydi ve istekliydi bu projeye. Param olmamasına rağmen o beni ikna etti neredeyse kayıtlar için. Benim için büyük olaydı kayıt yapmak, hatta şarkı söylemek bile stüdyoda. Çok zordu izolasyon odasında.
Müziğinizi dinlerken bir soundtrack duygusu geliyor insana. Belki ‘60’lardan bir Fransız filmi. Şarkı yazarken görsel referanslarınız oluyor mu?
Önceleri film müzikleri bestecisi olmak istiyordum. Sanat Okulu’na gittim ve filmler yapıyordum ki onlara müzik yapabileyim. Böyle gerisin geri garip bir çalışma sistemim vardı. David Lynch, Werner Herzog gibi ismleri pek severdim. Fransız Yeni Dalgası’yla çok ilgilendim. Ayrıca film müziği bestecileri Ennio Morricone ve Bernard Hermann’ın işleri bu son albüm sırasında kafamın bir köşesindeydi hep.
Bu soru sana sıkıcı gelebilir. Ama Türkiye’de çok bilinmeyen bir şey. Kanadalı bir müzisyen olmakla Amerikalı bir müzisyen olmak arasında ne gibi bir fark var sence. Varsa tabi?
Yo yo kesinlikle sıkıcı değil ama zor bir soru.
Son 10 yılda anaakımı domine eden Kanadalı gruplar ortaya çıktı Arcade Fire ve Broken Social Scene, oradan çıkan Feist gibi. Ve bu süreçte inanlar “Kanadalı grup” sıfatını duymaya başladı. İnsanlar hâlâ Neil Young’ı Amerikalı sanıyor mesela.
(Gülerek) Birçok Amerikalı da bilmiyor onun Kanadalı olduğunu… Büyürken Kanadalı müzisyenler çok dinledim. Ama birkaç ikon isim dışında hiçbiri tanınmıyordu dışarıda. Ve bahsettiğin kolektif, süpergrup tarzındaki gruplar son yıllarda bir şekilde kapıları açtılar ve birden Kanada “cool” oldu. Aslında her zaman vardı. Müzik ve grupların farkını nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Eskiden beri bir şarkıcı / şarkıyazarı geleneği vardı. Cohen, Young, Joni Mitchell gibi altın çağı yaratan isimleri “önemli Kanada müziği” olarak sayabilirim. Onlar da bu “doğacı hareketi”, roots ve folk müziğin yeniden yaratılması geleneğini devam ettiren isimler oldular ve bu da Kanada’ya özgü bir hal.
Ben Arcade Fire gibi grupları dinlediğimde Amerikalı indie gruplarından farklı olarak daha pozitif, daha melodik, daha iyimser bir hal hissediyorum. Böyle bir fark var belki.
Evet, neden olmasın. O şarkıcı / şarkıyazarı geleneğinden gelme samimiyet ve gösterişsizlik halini söyleyebiliriz. Enteresan bir nokta.
Turnede uğradığınız şehirlerde etrafı gezme şansınız oluyor mu?
Maalesef çok değil. Ama buraya 24 saat önce geldik ve gene de etrafı görme şansımız oldu. Bir yandan da panik halindeyiz çünkü buradan sonra, aday olduğumuz, Kanada’nın Grammy’leri sayılan Juno Ödülleri’ne yetişmemiz gerekiyor. Tat kaçırıcı bir durum oldu çünkü kalmak istiyordum.
Son yıllardaki seyirci profilini nasıl buluyorunuz. Böyle akustik bazlı konserlerde cep telefonları, konuşma gürültüsü gibi tatsız durumlar denk geliyor mu sana da?
Eskiden çok kızıyordum ve birinin cep telefonu kamerasını bana doğru tutması konseri mahvedebiliyordu. Bence çok saygısızca bir davranış. Yeni kuşak bunu artık otomatik bir şekilde, hiç düşünmeden yapıyor. Gençlerin dikkat süresi çok az artık. Farklı bir kültür oluştu.
Valla benim yaşımdakiler de yapıyor.
Doğru haklısın, (gülerek) sadece gençler de değil. Ama bu turne çok güzeldi. Boktan bir rock kulübünde çalarken bile çok saygılılardı.
Şimdi sırada ne var?
Birkaç tane film müziği projesi içindeyiz. Parisli bir yönetmenin filmine müzik yaptık. Diğeri de bir Hollywood prodüksiyonu korku filmi. Bayağı heyecanlı. Hep yapmak istediğimdi. Kanada’da birkaç folk festivalinde çalacağız. Umarım araya da bir albüm sıkıştırabiliriz.

       

* “Yaratıcı ve egzantrik bir ressam, filozof, antropolog, aktivist.” Amerika’nın en önemli şahsiyetlerinden biri olan Harry Smith 1991 yılındaki Grammy’lerde böyle tanıtılmıştı. Ölümünden aylar önce “Hayallerim gerçek oldu: Amerika’nın müzik yoluyla değiştiğini gördüm,” demişti törende. Harry Smith’in Amerikan kültürüne katkıları büyük olan çok önemli bir figür olduğunu söylemeli. Allen Ginsberg, Woody Guthrie, Charlie Parker gibi isimlerle dostluklarının yanı sıra arşivcilik, koleksiyonculuk damarıyla Amerikan folklorunun korunması ve geniş kitlelere yayılmasında emekleri çok fazla. Bunlardan en bilineni ise 1952 yılında Folkways Recordings desteğiyle kotardığı Anthology Of American Folk Music toplaması. 1951 yılında Marcel Duchamp ile Louvre’da iki kişilik bir sergi yaptıktan sonra New York’a döndüğünde biraz para kazanmak için koleksiyonunu birilerine satmaya kara verir Smith. Folkways Records’un başı Moe Asch, bu artık hiç bir yerde bulunamayan 78’liklerden oluşan arşivden çok etkilenmiştir. Bunları toparlama işini ise Smith’ten daha iyi kimse yapamaz. Çifter CD’lik 3 albüm halinde yayınlanırlar. “Ballads”, “Social Music” ve “Songs” başlıkları altında. (O dönem Smith’in notlarını ve arşivinin kaybetmesi / satması nedeniyle yayınlanamayan 4. CD “Labor Songs” da 2000 yılında yayınlanma şansını buldu.) 1929-1932 yılları arasında kaydedilmiş Büyük Bunalım zamanı müzikleri, Blues-Country-Folk ekseninde ‘60’lardaki pop ve folk devriminin ateşleyicisi olarak kabul ediliyor. Özellikle Smith’in dikkatle ve ayrıntıya girmekten kaçınmayarak hazırladığı albüm kitapçıkları ‘30’lar başı Amerika’sındaki kültürel hazinenin net bir şekilde kayıt altına alınması sağlamış. Sözü Ginsberg’e verelim:
“(Anthology)... Dylan ve Amerikan Pop müziği üzerinde çok etkili oldu. Guthrie ve Seeger gibilerinin ilgilendiği ama hiçbir zaman tamamen keşfetmediği müziklerin kayıtlı antolojisi. Dylan bana kendisi için en öğretici kaynak olduğunu söylemişti. Benim içinse Amerikan blues şiirine harika bir giriş.”

khgv@hotmail.com