SHEARWATER: TEKSAS KUŞÇUSU
Birkaç yıldır radarımızda dolaşan bir gruptu Shearwater. Rook ve The Golden Archipelago albümleriyle takibe almış, artık Amerika’nın müzikal başkenti olan Austin’den çıkan indie’ciler arasında özel bir yere koymuştuk. Birkaç ay evvel yayınladıkları Animal Joy ise onları artık bir marka haline getirdi. Öncekilere göre daha direkt bir şarkı yapısı, rock’a yüzünü dönmüş gitarlar ve Talk Talk ekseninde aranjmanlar. Şu ana kadarki en iyi albümleri. Daha dumanı üstündeyken İstanbullu dinleyicilerle de buluşmaları pek güzel bir jest oldu. Konserden önce grubun tek adamı Jonathan Meiburg’la Shearwater’ın evrilişinden, ‘80’ler synth-popundan ve kuşlardan konuştuk. Röportajın gerçekleşmesinde katkısı olan Işıl Kılkış’a da buradan teşekkür ederiz.
Öncelikle bu güzel albüm için tebrikler. Bugün şanslısınız keza dün İstanbul’un gördüğü en büyük fırtınalardan biri vardı…
Öyleymiş biz de duyduk. Ama bugün harika bir bahar havası var.
Avrupa turnenizin sonuna geldiniz. Nasıldı tepkiler seyircilerden? Yeni albüm ağırlıklı çalıyorsunuz sanırım?
Neredeyse tüm albümü çalıyoruz. Birkaç tane de eski albümlerden. Tepkiler çok güçlüydü. Yaptığımız en iyi Avrupa turnesiydi. İnsanlar şarkılara çok güzel tepkiler verdiler. Çok yüreklendiriciydiler.
Son albümünüz daha öncekilere göre daha rock tınlamakta. Şarkılar kendi başlarına da oldukça sağlam duruyorlar. Öncekilerde daha saykodelik bir hava, konseptsel vaziyetler vardı kanımca. Bu değişiklik nereden esti?
Birkaç sene evvel bir konserde önceki 3 albümü arka arkaya çalmıştık. 3 saat sürmüştü konser. Evet gayet heyecan vericiydi ama sonunda “Tamam, şimdi farklı bir şey yapmalıyız,” diye düşündüm. Ve The Golden Archipelago’nun ne kadar mesafeli durduğunu düşündüm. Davullar sana çok uzaktan geliyor, orkestral entrümanlar, hepsi çok uzaktan. Aynen kapağı gibi. Uzakta bir ada. Yeni albümün dinleyiciye daha yakın durmasını istedim. O da aynen kapağı gibi; canavar üzerinize geliyor. Davulları daha yakına getirdik, ritimlerin üzerinde çalıştık. Ayrıca yeni bir amplim var, daha çok elektrogitar çalıyorum. Temel rock n’roll’u kullanmak eğlenceli olacaktı.
Şu anda grubunuzda kaç kişi var? Şarkıları yalnız başınıza mı yazıyorsunuz? Yani Shearwater, Jonathan Meiburg’dur diyebilir miyiz?
Şu an 5 kişiyiz. Şarkılar benim şarkılarım. Aranjmanlara beraber bakıyoruz. Davulcumuz Danny albümün de prodüktörü. Son haline etkisi çok oldu.
Albümleriniz prodüksiyonunu genelde kendiniz yapıyorsunuz değil mi?
Bir teknisyenle beraber, evet. Başkasının şarkılarıma müdahale etmesine izin vermem. (gülerek) Biraz kontrol manyağıyım.
Plak şirketinizi de değiştirdiniz. Matador’dan Sub Pop’a geçtiniz. Bunun nedeni neydi?
Bu albümün demo’larını Matador’a gönderdiğimizde beğenmediler. (gülerek) Demolar oldukça kaba tınlıyorlardı, mikrofon ve laptop’la hazırladığım, temizlemediğim parçalardı. Bazıları sevdi, bazıları sevmedi ve sonuçta ortak bir karar olması gerekiyordu. Ben heyecanlıydım ve üzüldüm. Sub Pop’daki adamlarla uzun zamandır arkadaşız. Polonya’da bir müzik festivalinde karşılaşmıştık. Şirketi yöneten Jonathan Poneman bana geldi ve “Sanırım kontratınızda son bir albümünüz kaldı,” dedi ve ben de “Ciddi misin?” diye sordum. Ciddiydi ve onlarla çalışmaya başladık. Taze bir hava geldi. Yeni albüm, yeni sound, yeni plak şirketi. Şu ana kadar çok mutluyuz onlarla ve çalışmaya devam etmeyi umuyoruz.
Albüm yapma rutininizi sormak istiyorum. Yayınlama, turne yapma ve yeni şarkılar yazma şeklinde mi gelişiyor yoksa kasanızda biriktirdiğiniz materyal oluyor mu?
Cepte kalmış ve kullanmadığım materyal olduğunu sanmıyorum. Bu, ağla avlanmak gibi, bazen birçok şey yakalarsınız bazen hiç. Turnedeyken küçük parçalar oluyor üstüne düşünmeye başladığım. Geri döndüğümüzde oturup her gün onların üzerine çalışıyorum. Akla gelen her şeyi kaydetmeye çalışıyorum. İyi mi kötü mü olduklarını anlamaya çalışıyorum. Bir iki hafta sonra üzerine çalışmaya değenler kendilerini belli ediyor. Şarkıları belli bir noktaya getirmeniz gerekiyor diğer müzisyenlerle paylaşmak için. Bu albümde tüm şarkıları 2 hafta gibi bir sürede yazdım. Sonra davulcuyla beraber çalıştık ve birkaç günde toparladık.
Bu albümde hit potansiyeli taşıyan bir çok şarkı var. “Open Your Houses”, “Dread Sovereign” ve benim kişisel favorim “Insolence” gibi. Etkilendiğiniz isimleri sormak istiyorum. Birçok şeyin yanında bana Talk Talk’un efsane Spirit Of Eden albümünü hatırlattı. Talk Talk’un özel bir etkisi var mı size?
Teşekkür ederim. “Insolence” benim de favorim. Talk Talk; kesinlikle. Albümlerini çok uzun zamandır dinliyorum. Ama Laughing Stock’ı daha çok severim. Mark Hollis’in solo çalışmaları da harikadır. Bu albümlerde hit şarkılar yoktur ama doku, atmosfer ve derinlik duygusuna öykünürüm.
Başka isimler var mı? Özellikle büyürken, müziğe ilk başladığınızda?
Küçükken kilise korolarında Rönesans müziği ve barok yapıtlar söylerdim. Melodi fikirlerim de oralardan geliyor olmalı. Şu aralar ise dünyanın her yanında, yıllar evvel yapılmış saha kayıtlarını takip ediyorum. Secret Museum of Mankind diye bir seri var özellikle beğendiğim. Dünyanın her yerinden 1925-1947 arası kaydedilmiş müzikler. Çok fazla hayat ve enerji var bu kayıtlarda. Nina Simone kahramanım. Birçok farklı stilde, bu kadar heyecanlı, duygu yüklü olmasına hayranım. 20. yy’dan en sevdiğim müzisyen. Bir de bu albümü yaparken çok fazla The Beatles dinlediğimi farkettim. Gençliğimde hiçbir zaman dikkatle dinlememiştim. Şimdi 20 yıl sonra geri dönmek enteresan. Zaten her yerde duyuyorsunuz sürekli. Ama özellikle şarkıları aranje etme biçimlerine dikkat ettiğinizde, çok albenililer ama bir yandan nev-i şahsına münhasırlar. The Beatles’ı özellikle ilham verici bulmak şaşıtıcıydı bu albüm için.
Eski grup elemanı Will Sheff’ten (hali hazırda Okkervil River’ın lideri) bahsetmek istiyorum. Beraber başladınız ve uzun yıllar beraber çalıştınız Okkervil River ve Shearwater’da. 2009’da da ayrıldınız değil mi? Biraz hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
2007’de ben Okkervil River’dan ayrıldım. Will’in son çaldığı Shearwater albümü ise 2004’teki Winged Life’tı. Will’le, 1999’da, Austin’de tanıştım. Konser verme şansını yakalayamıyorduk ve müzikal kariyerlerimiz hakkında hayaller kuruyorduk. Bu iki grubu kurduktan sonra işler sürekli yoğunlaştı. Her iki gruba da vakit ayırmak imkânsız oldu. Her iki grup da kendi varlığını sağlamlaştırdığında ayrıldık. Ben yeni New York’a taşındım. Will de New York’da yaşıyor. Son yıllardakinden çok daha sık görüyorum onu. Hâlâ beraber takılıyoruz, birbirimize üzerine çalıştığımız müzikleri çalıyoruz. İyi bir arkadaş.
Belki gene beraber bir şeyler yaparsınız?
Bilmem, belki. Ama kesinlikle Okkervil River’ın piyanisti olmayacağım tekrar.
Bir de Enron diye ya da Shearwater is Enron* diye bir projeniz var. Bir şeyler de yayınladınız internette…
(Gülerek) O bir seferlik eğlencelik bir işti. Her zaman enstrumantal bir grubumuz olsun diye şakalar yapardık. Shearwater’daki herkes Enron diyordu ona. Bir gün New Mexico’daki bir konsere hiç kimse gelmemişti. Biz de çalmaya başladık ve “Hadi 45 dakika boyunca bir şeyler uyduralım,” dedik. Emprovize çaldık ve kaydını aldık. Sonra stüdyoda da birkaç gün takıldık ve bu albüm ortaya çıktı, eğlencelik.
Çünkü bende şöyle bir his oluştu o kayıtları dinleyince; sanki Shearwater önceki albümlerindeki o saykodelik atmosferi Enron’a, geleneksel şarkı yapısını ve rock n’roll’u da Shearwater’a ayırmış gibi.
İlginç bir görüş, evet. Bakalım bu grup nasıl tepki verir buna? Bunu yapmak çok eğlenceliydi çünkü The Golden Archipelago’nun yapımı 6 ay sürmüştü ve kılı kırk yarmıştık onda. Bu kayıtlar ise 3 günde çıktı ortaya. Bu kadar uzun süren bir işten sonra böyle spontan hareketler iyi geliyor.
Biraz da memleketiniz Austin’den bahsetmek istiyorum. Austin son yıllarda Amerika’nın müzik başkenti haline geldi. Birçok başarılı indie ve alt. country grubu çıkıyor oralardan, insanlar gelip kayıtlar yapıyor. Nasıl böyle bir ortam oluştu orada? Austin’i özel yapan nedir?
Aslında hemen göze çarpmayan bir durum bu. Sanırım çok fazla müzisyen var etrafta. Eğer bir davulcuya ihtiyacınız varsa etrafta birçok iyi davulcu olduğunu görüyorsunuz çalışabileceğiniz. Beraber çalışabilecek müzisyenler bulmak çok kolay. Mesela davulcumuz Danny’nin stüdyosu -ki son albümünüzü de orada kaydettik- tam şehrin merkezinde. Birçok müzisyen gelip gidiyor, arkadaki müştemilatta çalışıyordu. Gayet sıradan bir hal. New York gibi gergin değil. Bu rahat ortam sanırım müziğin orada yeşermesine yardımcı olan.
Buralarda Teksas deyince akla hemen kovboy şapkalı adamların eski country şarkıları çalması geliyor. Ama son yıllarda Midlake gibi, siz gibi çok güçlü inide gruplar çıkıyor ve bu şaşırtıcı geliyor insanlara.
(Gülüyor)… Tabii Teksas oldukça büyük bir yer. Güney Teksas Doğu Teksas’dan oldukça farklı. Meksika’dan çok fazla insan var, çok farklı müzik türlerini barındırabiliyor. Yekpare bir durum yok. Sanırım İstanbul için de geçerli bu. İnsanların aklında tek bir fikir oluyor ama öyle değil. Hayatım boyunca Red State’lerde (Kızıl Eyaletler: Amerika’da genelde Cumhuriyetçilere oy veren eyaletler için kullanılan bir deyim.) yaşadım ve ayak uyduramadım. Ama benim gibi bir sürü insanın olduğunu gördüm. Böyle bir kültürde politik açıdan azınlık olmanın da iyi yanları var. Daha sağlam bağlar oluşturabiliyorsunuz.
Şimdi New York’tasınız. Nasıl gidiyor?
Harika. Bir sürü arkadaşım da taşınmıştı zaten. Değişikliğin zamanı gelmişti. Bir kadınla da tanıştım. Her zaman “New York’a taşınamam. New York’ta yaşayamam,” deyip dururdum. Onunla tanışınca: (gülerek) “New York’a taşınabilirim!” dedim. Austin’de eşyalarımı depoya kaldırdım ve tek yön biletimi aldım.
Müziğinizi de etkiler mi? Bir punk albümü duyabilir miyiz?
(Gülerek) Yok hiç sanmıyorum. İsterdim ama doğru sese sahip değilim. Ama değişiklik olacaktır, beynin farklı yerleri aydınlanacaktır. Talk Talk’un en etkileyici yanlarından biri de bu. Hollis’in sesi geleneksel anlamda rock değil. Benimki de değil. Ama bağlamı değiştirerek bunu yapabilmesi ilham veriyor.
Bunu sormalı mıyım bilmiyorum ama müziğinizde ve sesinde A-HA da duydum ben. ‘80’lerin synth-pop’una karşı bir gizli zevkin var mı acaba?
Ah evet! O adamın harika bir sesi var. Prodüksiyonları iyi değil ama. ‘80’ler müziği çocukken radyoda dinlerken, MTV’de seyrederken beni korkuturdu ama bir yandan da ilgi çekiciydi. O synth-pop gruplarını seyrederken gitarlar ve davullar görürdüm ve o synthesiser seslerinin onlardan çıktığını sanırdım.
Son soru: Shearwater için sırada ne var?
Turne bayağı yoğun devam ediyor. Şimdi Amerika’da St. Vincent’la gezeceğiz. Haziran ve Temmuz’da Avrupa’da festivallerde olacağız. Ağustos’da da Falkland Adaları’nda olacağım kuşlar üzerine çalışmalarım için. Burası da harika bir yer bu iş için. Arı kuşu, gökkuzgun gibi Afrika menşeili, benim daha önce görmediğim türler var burada. Biz Falkland’e bir tane kuş türünün kışın ne yediğini öğrenmek için gideceğiz. Ağustos orada kışa denk geliyor. Süper olacak.
*http://shearwater.bandcamp.com/album/shearwater-is-enron