SANAT BAĞIMSIZ MI? -3

Fırat Arapoğlu, Rafet Arslan, İnsel İnan

(Son bölüm. Geçen sayıdan devam.)

Fırat Arapoğlu: İnisiyatiflerin, alternatiflerin kemikleşmesi, duruşlarını muhafaza edememeleri ve kapitalizmin bu oyununa gelmeleri… Bu yeni de bir oyun değil, 20. yüzyılın tüm tarihi boyunca var. Bu oyuna gelmenin önüne nasıl geçilebilir?

İnsel İnal: Her seferinde alternatif olanın kurumun içinde yer almasına tanık oluyoruz. Her seferinde dışarıdayken yapılan üretimin sanat tarihini oluşturduğuna inanmak gerekiyor, bana göre öyle. Sanat tarihi, dışarıda üretilenlerin, dışarıda kalmayı arzu edenlerin ürettikleriyle yazılıyor, fakat bu noktada maalesef ‘80’ler ve ‘90’larda bu ülkede hiçbir şekilde, hiç kimse tarafından sanat tarihi tutulmadı, yazılmadı. Hiçbir sanat tarihçisini hiçbir galeride, hiçbir etkinlikte, hiçbir zaman görmedik ve sanat tarihçilerinin, kürsülerdeki hocaların ‘80’lerde, ‘90’larda üretilen sanattan bihaber olduklarını her seferinde biliyorduk. Eleştirmenler keza öyle. 2000’lerde böyle bir fark olduğunu düşünüyorum. İnisiyatifler öncesinde, sanat eleştirmenlerinin artık bazı şeyleri görünür kılmaya başladığını tespit ediyoruz. Ve bunlarla beraber, görünür kılmayı boş verin, bellek oluşturmak adına yazılan yazılarla, bir kayıt tutma meselesi gündeme geliyor. Bu 20’li yaşlarda yeni mezun öğrenciler için çok önemli, çünkü biz 20’li yaşlarda, ‘90’larda Rafet’in İzmir’de ürettiklerinin hepsinin, hatta hiçbirinin olmadığını biliyoruz, yok yani öyle bir şey yok. Kendimiz bile, kendi işlerimizi, yaptıklarımızı eşeleyerek buluyoruz. İnisiyatiflerin merkez dışında kalmak, merkeze alternatif oluşturmak için çoğalması başta çok sempatik gözüküyor. Bağımsız sanatı kulağımıza fısıldıyor ama bütün inisiyatiflerin Contemporary’nin (fuar) içinde yer alması, hop bizi tekrar başa götürüyor. Çünkü bir karşı duruş olacaksa eğer, genel olarak var olanın karşısında yeni bir oluşum var etmek gerekiyor. Ama nerede merkez varsa herkes merkeze üşüşüyor, en büyük sıkıntımız herkesin merkezin içine girme çabası. Ve bu bütün Türkiye’deki güzel sanatlar fakültelerinin de verdiği en önemli ana pratik. Bir öğrencinin eğitim aldığı süre boyunca amacı şu şekilde kodlanır: galeriye gideceksin, beğenileceksin ve işini orada sergileyeceksin. Mezun olan bütün öğrenciler bu şekilde kodlandığı vakit, bir sürü sanatçı olamayan insanla karşı karşıya kalıyoruz. Halbuki bunun tam tersi olsaydı ve deseydik ki galeriye karşı söz üreteceksin, müzeye karşı söz üreteceksin, bütün sisteme karşı, politikaya karşı, işte iktidara karşı, işte sermayeye karşı bir ideoloji oluşturacaksın ve bunun derslerini bu şekilde alacaksın, daha sonrasında bununla ilgili düşünenleri okuyacaksın… Böyle bir eğitim eğer bu ülkede verilseydi, gerçekten kalbimle, yüreğimle söylüyorum bunu; bu ülkede bağımsız sanatı şu anda biz burada konuşuyor olmazdık. Herkesin içeride olmaya çalıştığı bir ortamda ve bunun için kendini yara yara, hiçbir şeyi gözüne getirmeden sistemin içine girmeye çalıştığı bir ortamda, tabii ki bağımsız sanatı da düşünüyoruz ve bağımsız sanatçı da “loser” olmayı bize çağrıştırır bir hale getiriyor, başarısız adam bağımsız sanatçı olmuş işte kazanamıyor, edemiyor... Halbuki bağımsız sanatçı olmak gerçekten büyük bir özgürlük, büyük bir söz hakkı veriyor insana, hiçbir şekilde korkulacak bir şey yok, çünkü kaybedeceği bir para yok, dolayısıyla bu lüksü de yaşamak ve öğretmek gerektiğini düşünüyorum.
Rafet Arslan: Ben bir inisiyatif değil ama kolektif bir duruş adına konuştuğumu düşünüyorum. Adım orada tekil yazılsa bile benim de bir mensubu olduğum kolektif var ve ben bunun adına konuşurken müzeye daha sert yumruklar atıyorum. Ama sanat üreten Rafet Arslan’a geldiğimde “Müzeye girmek ister misin?” diye sorsan, her sanatçı müzeye girmek ister, her sanatçı sergilenmek de isteyebilir. Ama zaten o baştaki reddiyeyi koyup sonradan müzeye girme hali gerçekten bağımsız sanatın olabileceği şizofrenik bölgeyi getiriyor. Deleuze’ün “kaçış çizgileri” dediği şey çıkacaksa bu samimiyetten, bu içsel mücadeleden ve şizofreniden çıkacak, bence kabul etmemiz lazım. Onun dışında inisiyatif konusunda Fırat’ın söylediği her kelimeye kesinlikle katıldığımı söyleyebilirim çünkü inisiyatif Türkiye’de suyu çıkmış bir kelime artık. Ne yazık ki bir sürü dosyalar yapılıyor, bir sürü yazılar yazılıyor ve bunlarda adı geçen inisiyatiflerin çok azı zaten inisiyatif olma vasfını taşıyor. İnisiyatif kelimesi hiçbir işlevi, kullanımı olmayan, gerçekliğine gönderme yapmayan bir göstergeye dönüşmüş durumda; bir hayalet kavram gibi. Bunun alternatifi bazı kavramlar, bağımsız sanat, alternatif ve benim kullanmayı tercih ettiğim kolektif gibi farklı duruşlar var. Bağımsız sanatı zaten etraflıca tartışıyoruz ayrı bir başlıklar çıkıyor…
FA: Kolektif anahtar bir kelime orada…
RA: Önce alternatifi ele almak istiyorum, çünkü alternatif sanat yaptığını söyleyen kişi ve oluşumlara baktığında şöyle bir problemle karşılaşıyoruz; neye alternatifsin sorusunun bir yanıtı yok. Son 30 yılda gelişen kültürel iklimin en büyük sorunu omurgasız olmak. Net hiçbir şey söylemeyeceksin. Bir iş yapıyor sanatçı, yanına bir yazı koyuyor, böyle ilaç prospektüsü gibi, neye temas ettiği hiç belli değil, okuyoruz, anlayamıyoruz diyoruz; entelektüel cehaleti işte, yüksek sanat, susup gidiyoruz yani, böyle bir realiteyle karşı karşıyayız. Bu durumda alternatif sanat söylemini kullanan herkesin alternatif bir sanatın oluşabileceği alternatif modelleri koyması gerekiyor. Sen bir kolektif model mi üretiyorsun, bir kooperatif mi öneriyorsun ya da farklı, kendine ait yarattığın bir kavram mı var? Yani otonomik misin, kurumsal mısın, non-profit misin, nesin sen? Alternatif sanat cümlesini kullanan birçok yapıda bunun karşılığını göremiyorum. Biz biraz eski bir tanıma sadık kalıp kolektifi kullanıyoruz. Kolektifin, esasında avangard kelimesinin çıkış noktasında iki isim vardır, biri Saint-Simon, sosyalist ütopyacı, bunu estetik anlamda kullanmıştır, diğeri de avangardı kullanan anarşist filozof Bakunin’dir. O da avangard diyebileceğimiz bir dergi çıkartıp daha çok gündelik hayata politik bir müdahaleden bahsetti. Baudelaire’le birlikte bu iki tanım -esasında estetik ütopya ve politik ütopya- yan yana gelmiştir ve 20. yüzyıl başı avantgardlar, Dada’yla başlayan devrimci avangardlar, hepsi birer kolektif olarak var oldular. Bu iş Dada’dan başlayıp sürrealizme, Kobra’ya Sitüasyonist Enternasyonal’e, Fluxus’a kadar genişletilebilecek hatta punk’a kadar gelen bir gelenektir. Ama bize son 30 yıldan beri avangardın öldüğünü ilan ettiler. Artık avangardla ilgili işler yapmak, onun söylemini, kavramlarını kullanmak çok tarih dışı bir konuma denk getirildi. Ama buradaki sorun şu; Baudrillard diyor ki, skandal bir kere yapıldığında çok etkilidir ve tarihsel bir rolü vardır ama sen bu skandalın replikalarını, kopyalarını, simülasyonlarını üretmeye başladığında, onu müzenin de, halkın da, herkesin de tüketebileceği bir nesneye çevirirsin. Çürük bir nesneye, pis bir nesneye… Artık orada ne bir ruhsallık vardır, ne estetik vardır, ne gerçek bir politikadan bahsedebiliriz. Ben hiç politik iş yok demedim, politik iş tanımım farklı, benim inandığım politik iş sanatçının kendi kimliği, duruşu, yazdığı çizdiği, yaptığıyla onun desteklenmesi gerekiyor. Bunu desteklemeyen her işi ben politik iş kategorisinden dışarı çıkartıyorum. Bu yöntem de benim icat ettiğim bir yöntem değil. Bu Sitüasyonist Mustafa Hayati’nin ortaya attığı, “işgal edilmiş sözcükler” bildirisinde geçen bir yöntem. Madem diyor her kavram bizim elimizden alınmış, hepsinin içi boşaltılmış, biz orada kavramları alacağız, tek tek yeniden adlandıracağız. Ben mesela şu an burada kendime göre alternatif sanatın tanımını ya da tanımsızlığını yaptım. Aynı şekilde ben kendime göre politik sanatın olanaklılığının ve olanaksızlığının tanımını yaptım. Kendini bu sistemin içerisinde hepimizin olduğu gerçeğiyle temiz tutmaya çalışan bir sanatçı, bir yazar, bir düşünür vs. her neysem onun adına yapıyorum. Çünkü Baudrillard’ın altını çizdiği çok önemli bir şey var, biz hepimiz ekranın içerisindeyiz ya da biz hepimiz Matrix’in içerisindeyiz. Bu koşullar altında ben tamamen bunun dışındayım, bunun karşısındayım diyecek bir güç yok elimizde. Peki ne yapmalı? Bence kolektif kelimesinin vurgusu önemli. Biz bu ağın içerisindeyiz. Bu ağın içerisinde olup kendi yatay, bağımsız, akışkan ve alternatif ağlarımızı yaratabilirsek, içinde gözüken dışarıdalar yaratabiliriz. Çünkü yaptığımız bağımsız sergiye bile medya geldiğinde, bir sanat tarihçi iki satır yazdığında, televizyon onu çektiğinde, biz esasında gösterinin dolaştığı alanın içerisinde gidiyoruz. Bu noktada bu gerçeği bilip sürekli çok ayık olmak her an bulunduğun durumu sorgulamak ve ona göre stratejiler izlemek gerekiyor. Bu noktada ben Deleuzyen teorinin akışkan kaçış çizgilerini önemsiyorum. Gerçekten bağımsız olma kaygısı olan sanatçıların sürekli kendi konumun gözden geçirmesi, hiçbir kavramı kesin olarak kullanmaması, kendi başta olmak üzere her şeyden şüphe etmesi gerektiğini düşünüyorum.
FA: Kesinlikle haklısın. Dekoratif üretim politik bir iş de olabiliyor günümüzde. İçsel olan, özsel olan -cinsiyet, sınıf çelişkileri, etnisite gibi birçok konuya temas edebilen- işlerin, bu alanlara dokundukça daha keskin, oldukça başarılı olacağını, alternatif duruş gösterebileceklerini düşünüyorum. Kültür endüstrisi koşulları içerisinde medya da çok önemli. Yani yazar sanatçısını bulduğu gibi sanatçı da yazarını buluyor günümüzde. Aynı şekilde hani hep küratörlere sanatçılar yüklenirler, hayır, sanatçı küratörünü buluyor. Hatayı tek taraflı bakarak yapıyoruz. Küratörü, eleştirmeni herkesin bir özeleştiri yapması gerekiyor. Tabii medya çok tehlikeli bu noktada. Çünkü medyanın temel esprisi belli; metanın kullanım değerini değil, dolaşım değerini devreye sokacaktır ve manipüle edecektir bu süreci. Onun için belli isimleri görmezden gelecek, belli isimleri göz önüne çıkaracaktır, spekülasyon yaratmak için. Contemporary Fuarı’nda koca Radikal’de üç sayfa içerisinde birkaç sanatçının yazılıp, geri kalan birçok sanatçının görmezden gelmesi gibi. Dikkat ettiyseniz hemen orada bir Top 10 listesi oluşturulur, bu bellidir. Çünkü yani neticede Radikal’in, Doğan Grubu’nun, İKSV’nin hepsinin ilişki ağları belli. Sadece bu da değil. Hepsinin danışma kurullarına bakarsınız internetten, aynı isimler var. Tabii bunun dışında kalan etkinlikler de “Yıkım ” gibi, “Ateşin Düştüğü Yer” sergisi gibi; etkili toplumsal değerlere sahip oldukları için görmezden gelinemezler. Zaten çok hususi noktalara temas ediyorlar. Onu yapabilecek kadar farklı olamaz medya. Bu noktada nasıl bağımsız olabiliriz sorusunu, Beuys’a bağlamak istiyorum. Beuys’un temel vurgusu neydi? Sanat yapıtının meta değerini değil, iletişim değerini vurgulaması, sanat yapıtının temel esprisinin bir iletişim kodu olması. Rafet’in sürekli vurgu yaptığı sanatçıların para kazanmasında bir beis yok, en nihayetinde tuval yiyecek değil. Hatta para kazanmak daha çok gezmek, yaşamak, öğrenmek anlamına da geliyor, daha iyi kültürlenmek anlamına da geliyor. Fakat yine de sanatın o demokrasi ve özgürlük konusuna, bağımsızlık konusuna temas edebilme gücünü kullanmamız gerekiyor. Kendinde amaçlı sanat yapıtı tanımını yapı bozuma uğratmak gerekiyor. Sanat yapıtını saatlerce bakılıp içsel yolculuğa çıkılan bir şey değil -çünkü bu dekorasyondur. Temel insani ihtiyaçlara göndermeler yapacak işler bulmamız gerekiyor. Çünkü eğer yapıtlar bir sanallık yaratıyorsa ve bir gerçeklik tespit edilemiyorsa; burada göstergelerin içi boş, hiçbir şeye temas etmiyorlar, onun için de sen ben bizim oğlan şeklinde elimizde şarap kadehleriyle çoğu işlere bakıyoruz, biz tüketiyoruz, bizde kalıyor, zaten kendi içimizde kalıyor. Allan Kaprow’un güzel bir sözü var: “İdeal sanatçı sanatçı olmamaktır,” diyor. Yani sanatçı için en büyük edim sanatçı olmamak.
RA: Beuys’un herkesin sanatçı olma ütopyasıyla, herkes sanatçıysa kimse sanatçı değildir.
FA: Herkes inisiyatifse, bir dakika, biz ne yapıyoruz. İnisiyatif iktidarla ilgilidir ama iktidara gelemez asla, iktidar olamaz, olmamalıdır zaten, temel esprisi bu değil mi, sürekli muhalif olandır.
İİ: O süreçtir önemli olan, içeri girdikten sonra biter.
RA: Peki burada alternatifin biraz başarısız olmaya koşması gerekmez mi? Bizim şu an trend olan neyse, o trend dışında imgelemimizi beslememiz gerekiyor.
İİ: Aslında hep kilit kelimelerden bahsediyoruz ya, ben sanatçının, inisiyatifin veya grubun eninde sonunda kuruma gireceği, kuruma girerken de sanat tarihini oluşturacağını söylüyorum. Burada galiba kuruma girdikten sonrasıyla ilgili bir sorun var. En bağımsız olduğunu ilan eden sanatçının müzede olması mümkün değil midir? İşte buradaki kilit kelime galiba deşifre etmektir. Yani müzeye girdikten sonra da veya kurum, veya sermaye… müze lafı takıldı kaldı ağzımıza, onu var eden bütün ontolojik özellikleri, bütün gerçeklikleri, olan teorileri bilmek -ki bu ideolojinin kendisidir- ve daha sonra deşifre etmek yani görünür kılmak ve ortaya dökmektir. Sanatçının sansüre uğramasının da bu noktada sanatçının bağımsızlığını daha çok meşrulaştıracağı kanaatindeyim. Yani bir iktidar varsa, iktidara karşı bir iş üretiliyorsa, işte o noktada iktidarın da sansür etmesi gerekir. Tabii ki sansüre çok karşıyız, sansür yerine kurumun kendisini daha iyileştirmesi gereklidir, zaten amaç da budur. İyileştirmesi için işler yapılır, düşünce üretilir ama eninde sonunda da gelinen nokta sansürse, işte bu noktada sanatçının daha çok var olduğu, var olacağı kesindir. Buna iki örnek vermek istiyorum; bir tanesi Serkan Özkaya’nın Cer Modern’in açılış sergisinde yaptığı, sünger işçilerini galerinin girişine koyması ve Kültür Bakanı’nın “Dışarıda Tekel işçileri direnirken ben Tekel işçilerinin üzerine basamam,” diyerek işi kaldırmasıdır. İş daha görünmeden işlevine ulaşmıştır. İkincisiyse Serhat Köksal’ın Siemens Sanat Galerisi’ndeki bir sergide Siemens markalı ürünlerin Irak Savaşı’nda tankların üzerinde kullanıldığını tespit ettikten sonra, kendi tuvaline resmetmesiyle sansüre uğramasıdır. İki tane iş de sansüre uğradığı için, bana göre daha görünürdür, daha akılda kalıcıdır, daha çok belleği oluşturmuştur ve sistemi de zorlamıştır. Onun için deşifre etmek kelimesini çok fazlasıyla kilit kelime olduğunu ve bağımsız sanatçının varlığını devam ettirebileceğini -müzenin içinde veya dışında- düşünüyorum.

 

info@kargart.com