Kimin özgürlüğü daha büyük?
Deniz Tan, Erdem Dilbaz
15 Mayıs’ta gerçekleştirilen “İnternetime Dokunma!” yürüyüşünün organizasyonunda yer alan Erdem Dilbaz’a hikâyeyi sorduk. Erdem’in dilinden örgütlenmeyi dinleyelim önce:
”Bireyler, sözlükler, avukatlar, iletişimciler, tasarımcılar,vs... olarak uzun yıllardır içinde olduğumuz internet kültürünü hem sosyolojik hem de felsefik açıdan tartışmaya devam ediyoruz. Yıllar içinde internet üzerinde insan hakları, kişisel mahremiyet, hacking ve telif hakları konularında birbirini bilgi temelinde besleyen bir ağ oluşturduk. Uzun yıllardır çalıştaylara katılıyor, gerektiği yerde fikir beyan ediyoruz.
15 Mayıs örgütlenmesi da bu doğal sürecin tepkisi oldu. Aslında başlangıcı belirsiz denebilir, zira aynı zaman dilimi içinde farklı kişi ya da gruplar 15 Mayıs'ta yürüyüş örgütlemeye çalıştılar. Fakat bu arada Facebook'ta “İnternetime Dokunma!” adlı grubu kuran arkadaşlar yaklaşık 600.000 kişiyi sayfalarına üye etmeyi başardılar. Şans diyorlar, ekstra çabaları olmamış. Hem bu hem de yürüyüş aslında ortak derdin ne olduğunu gösteriyor bir yandan.
Herneyse; 15 Mayıs gününü bizler de sahiplendik, bu bahsettiğim “bir grup insan”. Ekiple iletişime geçtik, bizim desteğimize kapılarını açtılar. Bizler de motto / slogan / afiş detaylarını, yürüyüşün ilerleyişini, tasarımları ve gerekli maddi imkânları sağladık (tam karşılığı; kendi aramızda para topladık). İnternetin doğasına uygun bir şekilde bizimle direkt bağlantısı olmayan grup ya da kişiler de çalışmalara farklı mecralardan destek verdi.
22 Ağustos'ta devreye girmesi istenen yönetmelik insanlar arasında çok duyulmadan, internetten yayımlandığı ilk günlerde; Bianet Danıştay’a başvurdu ve bu durumun insan haklarını ihlal ettiğini belirtti: http://privacy.cyber-rights.org.tr/?p=1388 Şimdi Danıştay’dan çıkacak kararı bekliyoruz. Bu arada da bilgilendirme çalışmalarımız sürecek. Görüyoruz ki medyada sansür isteyen gazeteciler (?) mevcut ve cahilliklerini kapatmamız gerekiyor. Bu iş 22 Ağustos gelmeden bitecek.
İşin güzel yanı da, zaten Deniz Tan yazısında bahsetti; hayatında ilk kez eyleme katılanlar mevcuttu. Politik bir kurum olmayınca işin içinde, her kesim geldi. İnternet kullanıcısı üstündeki ölü toprağını attı. Bir daha sokağa çıkılırsa 100.000'ler olmasını bekliyoruz. Umarız ki sokağa çıkmak gerekmez tabii.”
Şimdi de eylemin ardından ne zamandır kalemini özlediğimiz Deniz Tan’ın izlenimlerini aktarıyoruz.

15 Mayıs'ta yürüdük. Hem de nasıl yürüdük. Galatasaraylıyla Fenerbahçeli yan yana yürüdü mesela. 7 yaşındaki 70 yaşındakiyle. Başörtülüsü başörtüsüzüyle. Kadını erkeğiyle. Eşcinseli düzcinseliyle. AKP’lisi CHP’lisiyle. Yan yana.
Bir tek gerilim yaşanmadı. Arbede çıkmadı. Herkes gülümsüyordu o gün. Kimse birbirine ne olduğunu, nereden geldiğini sormadan yürüdü. Polis bile gülümsüyordu.
Hakkını aramanın illa ki tek tip düşünceye sahip insanların bir arada, asık suratlarla, yumruk havada sloganlar atarak yaptığı bir şey olmadığını ispatladık o gün biz. Medeni ülkelerde görüp de hep özendiğimiz o protestolardaki gibi yürüdük. Hem de öyle 3 kişi, 5 kişi değil. 50 bin kişi. Rengarenk yürüdük.
Bu kadar farklı insanı bir araya ne getirebildi? İnternet. O herkesin küçümsediği, “3‐5 ergen genç” dediği internet kullanıcısı, yüzünü gösterdi, sokağa çıktı ve hiç de az olmadığını haykırdı. Düşünce özgürlüğü için. Bilgi edinme hakkı için. Kişisel ifade için. Sansüre karşı yürüdü.
Taksim Taksim olalı niceliksel olarak da, niteliksel olarak da az gördüğü bir kalabalığı gördü o gün. Evet, daha önce de kalabalık yürüyüşler olmuştu ama bu kadar sorunsuzu, bu kadar güleryüzlüsü, bu kadar rengarengi, yok, hayır olmamıştı.
Kimileri küçümsüyor eğlenildiği için yürüyüşte. Bana sorarsanız, eğlenildiği için başarılıdır o yürüyüş. İnternetin dünyasından geldiği için. Rengini yansıtabildiği için. Tek tip olmadığı için. Herkesi kucakladığı için. Ve 15 Mayıs'ta sadece özgürlüklerimiz için değil, demokratik bir toplumda olması gereken “hak arama” konusunda da bir adım attık biz. Hak aramaktan hep korkmuş apolitik bir gençlik, hakkını aramanın kötü bir şey olmadığını gördü belki de ilk kez.
Etiketlenmeden, bir gruba ait olmadan, dayak yemeden sadece hakkını isteyen bir grup vatandaştık o gün biz. Bu sadece bir başlangıçtı ve yapabileceğimizi gördük. Bunun devamı gelecektir, gelmelidir de. Başka konular için, başka sorunlarımız, dertlerimiz için de böyle yürüyüşler olacaktır, olmalıdır. Korkmadan sokağa çıkan, derdini haykıran, cevap arayan, hak arayan insanlardır, sivil inisiyatiftir demokratik bir toplumun olmazsa olmazı.
Orada ve Türkiye'nin çeşitli yerlerinde yürüyen tüm o insanlarla gurur duyuyorum, parçası olduğum için de öyle.
Bilmem nerde sadece 20 kişi gitmiş yürüyüşe dediklerinde, “Neden 20 kişi?” demiyorum, o 20 kişinin fotoğrafına bakıp, “Ne güzelsiniz,” diyorum. Sayının her defasında artacağını da biliyorum artık.
Bizimle; apolitik dedikleri, klavye başından kalkmaz dedikleri, Facebook gençliğiyle gurur duyuyorum. Pek çoğu hayatlarında ilk kez yürüyüşe giden o insanlar, bu defa korkmadan sokağa çıktıkları için mutluyum.
“Aman ya, internet mi tek derdimiz,” diyenlere ise tek cevabım var: İnternet bir tek şey değil ki. İnternet müzik. İnternet kitap. İnternet bilgi. İnternet paylaşım. İnternet sadece Facebook, YouTube değil. İnternet her şey. Ve interneti kısıtlamak aslında tüm bunları kısıtlamak değil mi? İnternet sansürüne karşı çıkmak aslında her anlamda sansüre karşı çıkmak değil mi?
Ve soruyorum: Özgürlükten daha büyük dert olabilir mi? Her sorunumuzun temelinde bu konu yatmıyor mu zaten?
Daha özgür düşünen, özgür yazan bir toplum olabilsek, pek çok sorunumuz hallolmaz mıydı? O yürüyüşteki renkleri hayatımızın her alanında kucaklayabilseydik o sorunlarımız var olur muydu?

“Sen onu yapma, sen bunu düşünme, sen şunu yazma, sen benimle takılma, sen osun, sen busun…” Yoktu işte bunların hiçbiri 15 Mayıs 2011, Pazar günü. Sadece bu yüzden bile çok ama çok başarılıydı o yürüyüş.
Gelin görün ki, böylesi bir tepkiyi, %100 sivil bir hareketi anlayamadı, kaldıramadı Türk medyası. Belki yine internetin sağladığı bağımsız habercilik anlayışı hoşlarına gitmiyordu. Belki birilerine yandaştılar. Belki o kitleden korktular. Kimbilir… Ama kaldıramadılar. Ve belden aşağı darbeler gelmeye başladı.
15 Mayıs: Taksim'i birbirine katan o kalabalık, canlı yayından verilmedi. Katılımın 10 binlerle ifade edilmesi gerekirken, yüzler, binler dendi. Hatta kaynağını bir türlü öğrenemediğimiz bir habere göre “Burada 200 kişi var” lafı geçti Taksim Meydanı için. O gün yerli basın, TV ve gazeteler, çok az yer ayırdılar yürüyüşe.
16 Mayıs: Birkaç gazete manşete taşıdı. Bir kısmı teknoloji sayfasında verdi 50 bin kişilik bir yürüyüşü. Bir kısmı altlara itti. Sonuç olarak 50 bin kişilik, her anı başka güzel karelerle dolu, bol malzeme sunan bir yürüyüşün hak ettiği ilgi yoktu basından.
17 Mayıs: Dezenformasyon kampanyası başladı. Radikal Gazetesi'nden Akif Beki, bir yazı yazıp, o kadar büyük bir kitleye ağzına geleni söyledi. Şantaj görüntülerinden çocuk istismarına her şeyi isteyen bir kitle olduğumuzu duyurdu köşesinden. Asla böyle bir söylemimiz olmadığı halde, kamuoyuna, zaten büyüklüğünü yeterince duyurmadıkları bu yürüyüşün, akıl almayacak kötülükte suçlara icazet verenlerin işi olduğunu buyurdu. Geçen sene yapılan yürüyüşü, internet sansürü konusundaki tüm çalışmaları göz ardı ederek yazdıkça yazdı. Filtreler hakkında hiçbir şey bilmediği belli olan Beki, kendi ideolojisini korumak uğruna, parçası olduğu meslek grubunun en temel ilkesini yabana atmakta bile beis görmedi: Etik, tarafsız habercilik. Düşünce özgürlüğü için yapılmış bir yürüyüşü, gerici olarak niteledi ve bir gazeteci olarak bunu yaparken zerre utanıp, sıkılmadı. 4 filtre paketinin seçim özgürlüğü olduğunu ifade ederken, buradaki ironiyi görmezden geldi.
Vakit gazetesi kendinden bekleneni yaptı. Ahlaksızlıkla itham edildik.
Star gazetesi muhabiri Ebru Baran, Pazar günü yürüyüşe katılacağı yönünde tweet’ler atan Ebru Baran, bireysel filtre yazılımcıları için rant aradığını söyledi 50 bin kişinin. Yani internet üzerinden çoğu bedava dağıtılan, paralı olduğunda ise 15 doları geçmeyen, çoğu zaten açık‐kod yazılan programlara para kazandırmak için yürümüştü 50 bin kişi.
Samanyolu ve Yeni Şafak gazeteleri, bu haberi daha sonra aynen kendi sitesine kopyaladı.
Zaman Gazetesi yazarı, Ekrem Dumanlı da işe rantçılık tarafından girdi. Onun dışında bir de özgürlüklerden bahsetti. Muzır içerik istemeyenin özgürlüğünden. Sanki muzır içerik, interneti açınca karşına çıkan bir şeymiş gibi. Yazma porno sitenin adresini, girme. Ha keza opsiyonunu elimine etmek istiyorsan, o zaman da bireysel filtreleme var diyecektik ki, oradan da rantçılık argümanıyla saldırıp, aklınca o argümana geçit vermediğini sanmış.
Gelin görün ki, tekrar söylüyorum, o filtre programlarının çoğu bedava. Ha bedava olmasa, yeni bir iş alanı doğsa Türk yazılım sektöründe, bu da ölüm müdür tartışılır ama 50 bin kişinin yazılımcılar için yürüdüğünü söylemek abesle iştigal tabii. Sanki dünya petrol devlerinden bahsedermiş gibi, küçücük Türk yazılım sektörünün 50 bin kişiyi yürütebileceğine veya çoğu bedava, paralısı da 10 dolara satılan birtakım programlarda 50 bin kişinin yürüyeceği kadar rant olduğuna inanan çıkar mı bilinmez.
Bu yetmeyince Dumanlı'dan bir yazı daha geldi. Bu sefer adı sanı duyulmamış, uyduruk STK'ların filtreye nasıl destek verdiğini anlattı. CHP'nin yürüyüşe yönetici olarak destek vermiş olmasının tamamen uydurma olduğu halde, olayı AKP‐CHP savaşına çevirip, buradan prim yapmaya çalıştı. İşin komik yanı, %100 sivil bir hareket olan bu yürüyüş hakkında sürekli “Seçim malzemesi yapıyorlar” laflarını döndürmesiydi, bunu yapan kendisi olduğu halde.
18 Mayıs: Dezenformasyon devam etti ve edecek gibi de duruyor. Bedava dağıtılabilen filtre yazılımlara “rant” sağlamaya çalıştığımız iddiaları yine devam ederken, bir de “BTK Başkanı, sansür yok,” diyor türünde kamuoyunu yanıltmaya yönelik yazılar yazıldı. Esra Elönü kalkıp, olayı “Çocuklar Kur'an kursuna gidemesin ama porno seyretsin öyle mi?” türünde son derece ajite bir noktaya taşırken, bizlerin çocuklar porno seyretsin demiyor olduğumuz, yine atlandı. “Ben görmek zorunda mıyım canım istemediğim porno içeriği” akımı, görmek istemiyorlarsa görmemenin gayet mümkün olduğunu, bunu devletin sağlaması gerekmediğini anlamayı reddettiler yine. Görmek istemeyenin hakkının görmek isteyenle eşit olması gerekliliği bir türlü akıllarına yatmadı. Bunun sadece porno değil, afaki müstehcenlik tanımlamalarıyla, hâlâ kapalı olan Richard Dawkins'in sitesi gibi sitelerle, 5651 geçtiğinden beri yapılan yanlışlarla alakalı olduğunu görmek istemediler yine. Filtreye takılıp kaldılar. Teknolojiyi de anlayamadıklarından olacak, 4 seçeneği zorlama olarak değil, kendilerine verilmiş bir hak olarak gördüler.
Bunların dışında bu tip uygulamaların yurt dışında da olduğuna yönelik, yeterince araştırılmamış yazılar, çarpıtılmış “uzman” görüşleri, devletin kötü dediği sitelere girmenin dolandırılmaya bile yol açabileceği yönünde yazılarla korku ve otorite damarları iyice gazlandı.

Bunlar çok açık bir şekilde dezenformasyon çabasıdır. Yürüyüşün bir kısım insanda yarattığı tedirginliktir. Kamuoyunu yanıltmaya, bir dahaki yürüyüşe katılacak olanların gözlerini korkutmaya çalışmaktır. Yürüyüşün basın açıklamasını dahi okumaya gerek duymamış bu gazetecilerin uydurmalarıdır. Yoksa basın açıklamasında hiçbir şekilde bir parti isminin geçmediğini, yürüyüş öncesinde basına konuşan eylemcilerin, özellikle, altını çizerek bu hareketin hiçbir partiye ait olmadığını söylediklerini bilirlerdi sanırım.
“Onlar pornocu, onlar rantçı, bunlar seçim öncesi ajitasyon!”
Peki o zaman sorarım, seçim öncesi ajitasyon diyenlere: Basın açıklamamızda tek bir parti ismi geçmediği halde seçim öncesi ajistasyon yapmaya çalışıyor isek, demek ki ortada ajite edilebilecek bir gerçek var? Filtre olayında bir sorun var ki, gündeme gelince halk seçim öncesi ajite olsun, iktidar için bu problem yaratsın? Yok gerçekten dendiği gibi, ortada fol yok, yumurta yoksa, nesine ajite olacak 50 bin kişi? Sansür, devlet eliyle filtreleme değilse ne? Bunu bir kılıfa uydurmaya çalışmak dezenformasyon değilse ne?
Neyse… Geçelim bunları. Yürüyüşün amacı ajitasyon değildi, rant değildi, porno değildi. Yürüyüşün amacı müstehcen ya da değil, porno ya da değil, yetişkinleri ilgilendiren içeriklerde devletin müdahale etmemesi ve sitelerin yasaklanmaması idi. Yürüyüşün amacı özgürlüktü. “Pornoma dokunma!” sloganı bir semboldü, analojiydi, tabii görmesini bilene.
Oradaki hiç kimse “şantaj görüntülerine özgürlük, çocuk istismarına özgürlük!” demedi, demeyecek de. Bunu ağzımıza oturtmaya çalışan gazeteciler ne kadar komikleştiklerinin farkında mıdır, bilmem. Kimsenin derdi “suça özgürlük!” değil ama müstehcenliğin ya da ateist olmanın ya da düşüncelerini söylemenin bir suç olmadığı da ortada.
Bunu göremeyen insanların, düşünce özgürlüğüne karşı sansürü savunabilen insanların gazeteci olabilmesidir belki de bugün ülkece bulunduğumuz noktayı açıklayan. Toplatılan kitapları, yıkılan heykelleri, yasaklı filmleri, hapse atılan yazarları, toleranssızlığı, ötekileştirmeyi açıklayan şey; toplumun özgürlüklere bu bakışıdır belki de:
“Tamam sen de özgür ol ama benim özgürlüğüm daha önemli.”
Bugün internet konusunda bu savaş kazanılırsa, Facebook'u, YouTube'u, pornoyu kazanmayacağız; ülkemizde çok da ileri düzeyde olduğunu söyleyemeyeceğimiz özgürlükler konusunda, karşılıklı saygı ve hoşgörü konusunda önemli bir adım atılmış olacak. Özgürlüğün bir hiyerarşisi olmadığı gerçeği anlaşılacak belki de. Bu ülkenin sorunları içinde internet küçük bir nokta gibi görülebilir ama bu ülkenin en temel sorunu kişisel hak ve özgürlükler değil midir?
Neyse ki, bu gazetecilerin nasıl köşeleri varsa, artık bizlerin de var. Hepimiz birer yayıncıyız internette. Hepimizin okuduğu insanlar var, hepimizin yazdıkları var. Yani karşımızda büyük medya imparatorlukları varsa, biz de her birimiz birer gazeteyiz artık. Ve toplamda daha fazlasına ulaşabiliriz. İnternet; yandaş basını, taraflı haberciliği, yanlı yorumları bitirecek. Bu bile çok önemli bir özgürlük değil midir? Tarafsız bir basına sahip olmayı talep etmek küçümsenecek bir şey olabilir mi?
Bu arada internet sansürüne karşı avaaz.org adresinde bir imza kampanyası sürüyor. Hedef 50 bin imza. Daha yolumuz var. Bir imzayı esirgemeyin. deniztan@gmail.com