30 Yıldır Cazla Yoğrulmuş Bir Zihin Butch Morris


Volkan Balkan

“Benim yaptığım şey gerçek zamanlı yapılan müzik üretimini yönetmek. Gerçek zamanlı bu müziğe şekil vermek ve konserde başka formlarda ritmlere, armoni ve melodilere ulaşmaya çalışmak.”


Butch Morris 10 sene önce İstanbul’daydı. Bilgi Üniversitesi’nde geçirdiği 3 senede bugün dinlemekte olduğumuz pek çok yeni kuşak caz müzisyeni üstünde etkisi olmuştur kuşkusuz. Tabii seveni var, sevmeyeni var. Sahnede de pek kolay biri olduğu söylenemez. Çeşitli caz orkestraları kurup kendi oluşturduğu işaret diliyle sahnede o an bir müzik yaratmaya giriştiğinden, arada işler istediği gibi gitmeyince Morris’in de sinirler bozuluyordur tabii. Saraydan Manu kaçırdığımız gece (bkz. geçen sayı) rastlaştıydık Butch Morris’le.
VB – Yarın seninle söyleşiye geliyorum.
BM – He, demek o sensin.
VB – Bana iyi davranacağını umuyorum.
BM – Sen de bana umarım!
Neyse, gülüşüp karşılıklı iyi niyet temennilerimizin ardından ertesi gün buluşuyoruz. Bendeki baht o ki Morris anlatıyor da anlatıyor, ben de kayıt cihazının pilinin bir ara bittiğini farkediyorum. Hem de en başlarda bitmiş lanet pil! Şimdi gel de hoşgörü abidesi diye anılanlar arasında ismine pek rastlamadığımız Morris’e durumu anlat
derken şef durumu olağan karşılıyor. Love you Butch..

Morris işlerini Conduction # (yönetme) diye adlandırıyor. 30 küsür yıllık bu birikimin geçtiğimiz ay Nublu İstanbul Caz Orkestrası’yla sahneye yansıması da Conduciton 197 ile oldu. Şimdi 30 sene önceye dönüyoruz.

Bu fikir çok uzun zaman önce ortaya çıktı ve yavaş yavaş gelişim gösterdi. Notalı bir müziği daha esnek ve akışkan bir hale sokmak fikriyle başladım. ‘60’larda başladım buna çalışmaya. Ben Vietnam’dayken ölüm ve yaşamla ilgili ilginç fikirlerim oldu; yaşarken hayatınla ne yapman gerektiğiyle ilgili. Müzikle ilgili kimseyle paylaşamadığım fikirlerim vardı. Ne yapmaya çalıştığımı kimse anlamıyordu. O zamanlar ne yapmaya çalıştığımı ben bile anlamıyordum. Referans kitapları yoktu bu tarz çalışmayla ilgili, ben de gerçekten kafamdaki birtakım fikirlerle başladım. “Müzikten ne istiyorum?” gibi sorular sorarak.. Müzikten ne almak istiyorum, müziğe ne verebilirim? Yani müziğe âşıktım, neden âşık olduğumu anlamaya çalışıyordum. Müzik çoğu insanın âşık olduğu bir şeydir. Neden âşık olduklarını bilmezler ama. Ben hislerimin ötesinde, neden âşık olduğumu merak ediyordum. Ritmin, melodinin, armoninin ötesinde daha derin bir perspektifle müziği anlamak istiyordum. Böylece soru sormaya başladım kendime. Sordukça cevaplar buldum, cevaplar buldukça yeni sorularım oldu. Sonuçta ‘70’lerin ortasında Charles Moffett isimli bir davulcuyla tanıştım. Bu fikirlere çok benzer bir çalışma pratiği vardı. Yani bunu ileri götürme fikrini bana o verdi. Ben o dönem geleneksel yönetim tarzlarını öğreniyordum; partisyonu okumak, zaman tutmak gibi şeyler. Fakat asıl yapmak istediğim bu değildi. Ben müzik yapmak istiyordum, daha önce yapılmış bir müziği yorumlamak değil. Bana melodi ve ritm yaratma ya da müziğin akışını değiştirme gibi şeylerle ilgili ilk somut fikileri Moffett verdi. Bana 3-4 işaret gösterdi gösterdi müzikle ilgili. Ben de belki 40 tane daha geliştirdim bu işaretlerden, müziği manipule etmek için kullandığım işaretler. Yapmaya çalıştığım bu: Müziği manipule etmek istiyorum.

1992’de Akbank Caz Festivali’nde geleneksel Türk enstürmanlarıyla bazı elektronik ve akustik enstrümanları ve geleneksel batı enstrümanlarını birlikte kullandım. Aynı sene Tokyo’ya gittim ve tüm geleneksel Japon enstrümanlarnı birlikte kullandım. Sonuç gayet iyiydi. Bu tür çalışma tarzının müzikal açıdan ve kendi adıma pek çok kapı açacağını o zaman daha iyi anladım. New York’ta Türk ve Japon geleneksel sazlarını biraraya getirdim, bu da oldukça iyiydi. Şimdi de Kore’de birlikte çalıştığım bir ensemble’ı işin içine katmayı düşünüyorum. Temel fikrimiz bunu Japonya’ya götürmekti ama deprem ve tsunami nedeniyle bunun artık olacağını sanmıyorum. Geleneksel enstrümanları Kore ve Jjaponya’ya götürüp Çin’de biraraya getirdiğim ekibi de Türk geleneksel enstrümanlarıyla birleştirmekti isteğim. Tam bir kültürel palet yani.


Cazda geleneğin yeri..
Eğer bana cazın ne olduğunu söylersen bu benim sana söyleyeceğimden farklı olacaktır. Ama cazın gelişimi bu. Caz genişleyen bir şey. Caz geniş bir ifadenin müziğidir. Caz Amerika’da başladı, biricik bir şeydi. Bu tamam ama bir şeyin ne olacağını anlamak için beklemek gerek. Mesela klasik müzik, bu müziğin ne olduğuyla ilgili somut bir teoriye ulaşmak epey zaman almıştı. Cazın gelişimi de uzun zaman alıyor. Yaptığım müzik Louis Armstrong gibi değil. Bir caz müzisyeniyim ama yaptığıma caz demeyebilirsin. Gelenekten geliyorum ve bu geleneği öğrendiklerime taşıyorum. Birçok sebepten sana katılabilirim bu caz değil dediğinde. Ama benim cazın ne olduğuna dair ilgim, bütün işimin çekirdeğini oluşturuyor. Ben başkalarının ilgilendikleriyle ilgilenmeyebilirim. Swing’le ilgilenmeyebilirim, ama orada neyin swing ettiğiyle ilgiliyim. Swing’in özüyle ilgiliyim. Caz bir bilinmez, doğrudan işaret edilebilir bir şey değil. Ama ben bir siyahım, yaptığım müziği klasik sınıfına koymayacaklar. Umurumda değil. Caz kısmında bulacaksın benim kayıtlarımı. Sorun yok. Müzik hakkında diğerlerinin düşündüğü akıl açıcı. ECM şahane! Benim dinlemeyeceğim ama olmasından memnun olduğum birçok iş var. Caz harika bir şey ve birçok şekilde kullanılabilir. Ama değişmesi gereken bir şey varsa, o da caz müzisyenlerinin zihin yapısıdır. Kültürden kültüre, toplumdan topluma bir zihniyet yapısı vardır, hep bellidir kurallar ve parametreler.
Sınırlama kendini, sana verilmiş olanla yetinip, sadece bir şeye odaklanıp öyle kalma. Genişlet kendini. Her yerde sınırlar göreceksin. Bu sınırlar içersinde kalmak isteyen insanları da açıkçası, artık bu zamanda anlayamıyorum ben.

Amerika’da müzisyenler geçmişte sokaklarda ya da babalarından falan öğrenegeldiler bu müziği. Sonra beyaz adamlar okula girdi...

‘60’ların sonu, ‘70’lerin başında müziği üniversitede ya da lisede kurumsallaştırmaya yeltenen insalarla temas kurmaktan uzak duruyordum. Gerçi ‘60’ların başında doğal olarak okulda müzik yapmıştık. Mesela benim hocam Charles Lloyd’du ve o zamanlar kulüplerde çalan pek çok profesyonel müzisyen okulda ders veriyordu. Ama ondan sonra durum değişti. ‘70’lerden itibaren bu güne gelene dek, halen de devam eden bir şey var; cazın kurumsallaşması. Bana sorarsan, biraz yanlış bir yöne gidiyor bu mesele, kurumsallaşmak iyi olabilir. Ama caz zaten bir model üstüne kurulmuştur; sosyal bir model üzerine. Sen bu model üzerine kendi modelini getirmeye çalışırsan ve “her şey iyi olacak,” dersen, bu yanlış olacaktır. Doğru bi yönelim değil bu. Ama kurumsallaşma gene de bir şeyi sağladı. Bu kurumlardan çok çok iyi müzisyenler çıktı. Ama müziğin yine de bu yöntemle gelişmiş olduğunu söyleyemeyeceğim. Louis Armstrong’u düşün, bir de Wynton Marsalis’i... Acayip bir gelişim var. Ama cazın kurumsallaşması, bu gelişimi bir sınıra getirdi. Şimdi cazı nasıl satacaklarını düşünüyorlar. 20. yüzyılda cazın öldüğü öne sürülmüştü, en az yüz kere! 21. yüzyılda da basında aynı terane: Caz öldü. Sıradan oldu artık bu. Ama caz ölmedi, başka bir şeye dönüştü. Benim caz dediğime sen deme, ama gelenek bunu dememek zaten. Klasik müziğe ya da herhangi bir geleneksel müziğe pek de bir şey getiremezsin. Ama onların benim müziğime nasıl tepki verecekleri de önemli.

Caz neyse o olacak! Bu doğru ya da yanlış. Neyse o! Benim yaptıklarım, düşündüklerim, diğerlerinin cazda terminoloji ve mekanik açısından, düşündüklerinden çok uzakta. Ama cazı ölümüne seviyorum. Bir caz müzisyeniyim. Ama bunu gerçekleştirebilmek için cazı çok düşünmem gerekti.

  volkan@kargabar.org