DERİM ŞEHRİM
Murat MRT Seçkin
Ne tuhaf, Taksim’den oldum olası hoşlanmamışımdır. Eski Gitanes’da Zen ile başlayıp 2/5 BZ ile yükselip Turmoil’le devam eden konser bağımlılığı dönemimde bile olabildiğince çabuk kaçardım İstiklal’den. Hâlâ da çekinerek giderim. Tüm kaçışlarıma ve itirazlarıma rağmen iş nedeni ile neredeyse altı aydır düzenli olarak o tarafa geçmek zorunda kalıyorum. Kader mi, ceza mı nedir bilemedim? Artık panik yapmak yerine duruma alışmaya bakıp başımı öne eğip bedenimi Taksim’e atıyorum.
Bu kendini bırakmış günlerin bazılarında aklıma hep aynı şey takılıyor. Ne zaman Beşiktaş’tan dolmuşa binsem ve o dolmuş ne zaman Gökkafes (hatırlamayanlar için Ritz-Carlton) binasının önünden geçse tüylerim diken diken oluyor. İş veya bir ziyaret için bu binaya girersem kendime ve büyüklerimizin pek sevip kocamanlaştırmak için elinden gelen yatırımı yaptığı İstanbul’un insanlarına ihanet edecekmişim gibi geliyor. Ama ne acıdır ki işte tüm itiraz ve karşı çıkmalara rağmen o bina ve benzeri yüzlerce yapı bu güzelim şehirde yükseliyor, yükselmeye devam ediyor.
Aslında bu yazıyı “Eskiden şöyleyken şimdi böyle oldu tüh tüh,” diye yazabilirdim ama ben bu şehre geldiğimde o büyük rantabl değişim başlamıştı zaten. Şehrin hayat hikâyesi de insanların yaşamı ile eşzamanlı devam eder. Teknoloji, savaşlar, üzüntüler, mutluluklar savunmasız bir çocuk gibi şehri de derinden etkiler. Aslında son zamanda ortaya atılan projeler ile şehir denen olguyu tek başına bir canlı gibi düşünerek hareket edilmesi o topraklarda yaşayan bizlere, yani aslında şehrin kendisine yapılan bir terbiyesizliktir. Yazık ki o terbiyesizlik yıllardır yapılıyor ve üç beş meslek odası ve bir iki akademisyen dışında hiç kimsenin tepkisini almıyor.
Değişim süreci denen kelimenin anlamsızlığını her zaman düşünmüşümdür. Değişim süreci de ne demek. Değişim çoğu zaman kontrol edemeyeceğimiz bir hareket. Devamlılığı olan, akıcılığı hiç kesilmeyen bir hareket. İyisi veya kötüsü ile gerçekliğini reddedemeyeceğimiz bir döngü. Şehircilikte tıpkı uzun süredir insanlığımızın uğradığı mutasyon gibi tersine bir değişim geçiriyor.
İnsanların huzuru ve rahatı bulabilecekleri şehirlere ihtiyacımız var. Gören gözler için estetik, görmeyen gözler için hissedilebilir yaşam alanlarına ihtiyacımız var. Felçi birisinin yattığı yatağın odasından dışarı ile tek bağlantısının Kadıköy’ün çirkin rıhtımının binlerce tabela ve reklamı olduğunu koskoca alanda görebildiği tek yeşilliğin iki tane ağaç olduğunu düşünün. Vapur ile evimize dönerken yaşadığımız bu değil mi? Neden hâlâ hayranlıkla sadece Haydarpaşa Garı’na bakarız ve neden hâlâ o güzelim binanın restore edileceğinden çok mutasyona uğrayacağından korkarız. Aynı şekilde Avrupa yakasına doğru yüzerken neden hiçbirimizin gözleri Sarayburnu tarafından kopmaz. Neden sağlara, o gökdelenlere veya sahile tünemiş biçimsiz binalara kaçamak gözler ile bakarız.
Şehirde barınma ve estetik hakkımızı elimizden alanlara kızmak bir tarafa kendimiz girdiğimiz biçimsiz betonlara destek vererek yok ettik yaşama mutluluğumuzu belki de… Kadıköy’de köşeden yükselen otel hayatımıza saplanan binlerce usturadan biri değil mi? Veya arka sokağa yapılan ve güzellik anlayışı Fransız balkondan ileri gitmeyen yeni bina. Belki de bir türlü düzenlenemeyen bir park, botaniği ucubeleştirilmiş bir yeşillik.
Tabii ki birçok şikâyet için artık çok geç. Benimki sadece ağlamaklı bir sayıklama. Cronenberg’in ilk dönem filmlerinde kafaya taktığı bedensel değişim, daha doğrusu mutasyon, yaşadığımız şehirlerde bolca örneğini barındırıyor. Ben bir mimar değilim. Mimari ile en büyük ilgim Bauhaus ekolüne olan tutkumdan gelir. Ama mimarlığı mütteahitlikle karıştıran ve mimarlarının çoğunu dekorasyoncu olarak kullanmayı tercih eden, mühendisliği ustalığın altında gören bir anlayışın giderek büyüdüğü bir toplumda bizlerinde gittikçe tekdüze, monokrom hayatlar yaşayacağımız ve dip dibe olmaktan hiçbir şeye itiraz etmeye halimizin kalmayacağı bir geleceğe doğru ilerliyoruz. Ha koyu gri sıkıcı binalar olmuş ha aynalı kocaman gökdelenler. Görsel hayatımız elimizden çalınırken bizler de birer makine olarak yaşayıp öleceğiz… belki de çocuklarımız. Keşke bir yılan gibi deri değiştirebilseydik, keşke her değişimde kendimizi ve arkadaşımız şehrimizi de temizleyip yıkayabilseydik
muratmrtseckin@hotmail.com