Fleet Foxes: Acizliğin Blues’u


Utkan Çınar
Şöyle bir laf vardır. “Astral Weeks (arka kapağa dikiz) 23 yaşında bir adamın yaptığı en iyi albümdür,” diye. Tabii ki müzikte böyle kesin tezler olmaz. Ama hoşa giden bir laftır bu. Fleet Foxes’ın vokalisti ve şarkıyazarı Robin Pecknold ikinci albümleri Helplessness Blues’u yayınlarken “Bence Van Morrison’un Astral Weeks’i en iyi tınlayan albümdür çünkü sanki evrende sadece tek bir 6 saat vardır o albümü kaydetmek için. Ben de bu hissiyatı istiyorum,” dediğinde güzel bir tesadüf oldu. Nedeni ise Fleet Foxes’ın 2008 tarihli kendi adlarını taşıyan albüm de 22 yaşında adamların yaptığı en iyi albümdür sanki.

İlk albümler o sene Bon Iver’in For Emma Forever Ago’su ile beraber aklımızı başından almıştı. Başlarda, evet Crosby Stills Nash & Young gibi tınlıyorlar diyebilirdiniz ama lütfen, çok iyiydi. Zamandan, mekândan ayrı evrende yüzen bir albüm. Sonra Seattle’ın Pearl Jam ve Nirvana’dan sonra en çok bilinen grubu oldular. Çok satmadı belki ama kimin umrunda. En saygın festivallerin afişlerinde isimleri büyük yazıyordu.
2. albüm stresi çok etkilemiş ama onları. Planlananın dışında çok uzun süre beklemek zorunda kalmışlar. Kısaca dürüstçe müzik yaptıkları için ilk albümün başarısı onları zorlamış. Burada sözleri Pecknold’a bırakalım; “Bu albüm ilişkime mal oldu. Sağlığıma mal oldu. Hayatımı bir çok yönden ele geçirdi. Ve bu yüzden bencillik, yaratıcılık ve kendinizi adadığınız bir şeyin hayatınızı ne kadar fazla açıdan ele geçirdiği hakkında oldu. Olan biten benim için çoksorun olmazdı aslında, bu albüm üzerine çalışıyor olmasaydım. Kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi bir şekilde. Eğer bu sorunlar çalışmaya harcadığım zaman yüzünden ortaya çıkmasaydı bu albüm şimdi olduğu gibi olmazdı.” Bu arada tamamen bir öngörü olarak Pecknold’un yakında solo işlere kayacağı da hissediliyor sanki. Ergenliğinde kahramanı Graham Nash olan birinden bahsediyoruz.
Albüme gelirsek, ister istemez ilk çalışmalarıyla karşılaştırıyor beyniniz. İlkindeki kadar kolay dinlenilir akılda kalan nakaratlı bir iş değil kesinlikle. Bu da bir sorun değil tabii. Prodüksiyondaki olgunluk ise hemen farkediliyor. Hatta ilk albüm daha pop tınlıyordu bile diyebiliriz haddimizi aşarsak. Helplessness… ise o enerjiden daha çok indie bir yıpranmışlık resmi çiziyor. İlk dinlediğimde “The Shrine / An Argument” öne çıkan şarkılardan biri oldu ve bahsettiğim resimde en çok kullanılan fırça belki de. “Blue Spooted Tail” ise taze bir Roy Harper şarkısı gibi. Zaten Judee Sill, Brian Wilson, The Byrds gibi referansları vermekten de hiç kaçınmıyorlar. Bu zamanı geçmiş bir müzik yaptıklarını göstermiyor. Aksine yararlanacağımız ne kadar çok kahraman olduğunu ve günün sonunda her şey bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonucun ne kadar özgün olabileceğini kanıtlıyor. “Sim Sala Bim” ve “Helplessness Blues” ise ilk albüme en yakın duran şarkılar. Saflığı en yakından hissettiğiniz.

Bitirirken, Pecknold ve Fleet Foxes müziğinin zaman ve mekândan ayrı süzüldüğünü söylemişken sözü gene Pecknold’a bırakalım:
“…Her kuşak değişimle, yeni teknoloji ile boğuşmak zorundadır. Ve bir kuşaktan diğerine çok büyük bir değişim momentumu var… Her kuşak aynı şekilde düşünür. ‘Nedir bu yeni şeyler?’, ‘Nedir her şeyi mahveden yeni kafalar?’, ‘Neden her şey olduğu gibi kalmıyor?’. Şu andaki indie rock ortamında ‘90’lara karşı ağır bir nostalji duygusu farkettim. Bu bana mantıklı geliyor çünkü ‘80’li yıllarda doğduysan büyürken dinlediklerin senin masum olduğun zamanlara denk geliyor… Şimdiki kuşağın uğraşması gereken çok korkutucu şeyler var. Sanırım bu yeni albümün bazı kısımları bunun hakkında. Ve dünyanın değeri ve ne kadarın risk altında olduğu hakkında. Nasıl biteceğini düşünmeye başlıyorsun ve korkutucu sonuçlara varıyorsun. Çok ürkütücü…”

Haksız da değil ha?

*Pecknold’un açıklamaları UnCut dergisinin Mayıs 2011 sayısından alıntılanmıştır

khgv@hotmail.com